İran’ın Yeni Şiir Hareketi İçerisinde Sepehri ve Çağdaşları
Farsça, şüphesiz bir medeniyet ve eşsiz bir edebiyat dilidir. Bu dil, Ortadoğu’nun sihirli şiirlerinin annesi olmuş, şiir toplumu doğurmuştur. Sohrab Sepehri de bu toplumun sesi gür çocuklarından biridir.
Şiirin, Platon’un deyimiyle dizginlenmesi gereken duyguları haykırdığı, bu yorum ile dışa vurulan eserlerin bir yangının ürünü olduğu düşünülürse, Sepehri bu yangından iki farklı yolla kurtulmuştur: yazarak ve çizerek. Sepehri, şiiri yazmakla kalmamış, şiirinin resmini de yaparak bugün iki farklı sanat türündeki başarılarıyla anılagelmiştir. Snnonides’in şu sözü, şairin her iki uğraşının da aynı olduğunun kanıtı gibidir: “Resim sessiz bir şiir, şiir konuşan bir resimdir.”
Sepehri, çağdaşları Ahmed Şamlu, Füruğ Ferruhzad ve Mehdi Ehavân-ı Sâlis ile birlikte geleneksel şiirin zincirlerinden kurtularak, modern bir akımın, Nima Yuşiç’in öncülük ettiği Yeni Şiir’in pratisyenlerinden olmuştur. Yeni Şiir, ölçü, kafiye dâhil olmak üzere bütün geleneksel anlayışa karşı çıkmış, dönemin koşullarından ötürü içe kapanık bir serbest şiir ortaya çıkarmıştır. Bu içe kapanıklığın en büyük nedeni, 1953 yılında Musaddık’ı deviren darbedir. Bir anda kaotik bir düzenin hâkim olduğu İran’da şairler, kendilerini âdeta toplumdan tecrit ederek bilinçaltı şiirine, yoğun imgelere ve melankolinin hâkim olduğu yazıtlara yönelmiştir. Diğer şairlerde zaman zaman politik unsurlar kullanıldıysa da Sepehri, bunu açıktan yapmamış, tabiat diliyle konuşmayı tercih etmiştir.
“Lirizmi yoğun şekilde işleyen bu beş şairin en önemli ortak özelliklerinden biri, ilhamın nostaljik kaynağı olarak, çocukluk ve onun deneyimlerini kullanmalarıdır. Bu şairler çocukluk davranışlarının, çocuk düşünce dünyasının ve hatıraların farklı yönlerini, erken deneyimlerin kendilerine kazandırdığı güven duygusuyla, özel normlarla ve mevcut duygularıyla çalışmalarında işlemiştir. Sepehri’yi bu isimlerden ayıran farklı bir özellik vardır, o da çocukluğuna duymuş olduğu minnet yahut borçluluktur. Bunun sebebi hastalığı olacak ki düşünce dünyasını, duygularını ve hayal gücünü bir bakıma çocukluğunun yaşamına yansıması olarak çalışmalarında görmek mümkündür.”[1]
Hastalığı, “Suyun Ayak Sesi” isimli şiirinde bu dizelerle kendine yer bulur: “Çıkmışsa ateşimiz, Bozmayalım ağzımızı mehtaba / Gördüm, zaman olur ateş içindeyken biz, ay iner aşağıya.”
“Bazen ayağımdaki yara / Öğretmiştir bana yerin ötesini berisini / Bazen hasta yatarken ben / Gül büyümüştür birkaç misli.” [2]
Sepehri Şiirinin Erken Dönemi
Yayımlanmış sekiz şiir kitabı bulunan Sepehri’nin çalışmalarını, ilk kitabı ve diğerleri şeklinde bir ayırıma tabi tutmak, sanat yönünü belirlemek açısından isabetli bir tasnif olacaktır.
Renklerin Ölümü(Merg-i Reng), şairin ilk kitabı olarak 1951 yılında yayımlanmış, birkaç yıl sonra revize edilerek tekrar basılmıştır. Kitap, 1953 yılında gerçekleşen darbe öncesi kargaşanın, toplumsal ve siyasal kaosun, dolayısıyla bireysel bunalımların âdeta fotoğrafı gibidir. Dönem şairleri karanlık, yalnızlık, sessizlik, soğuk, hapis, zorbalık, diktatör gibi sözcüklerle, bunları anımsatan imge ve motiflerle dolu eserler üretmiştir. Sepehri şiiri de bundan payını almıştır. Kitabı, âdeta bu dönemin tanığı niteliğindedir. İçinde bulunduğu depresyon ve yalnızlık, “Duvar” şiirinde tescillenmiştir.
“Yarası gecenin, solmaya yakın / Ben çölde yürüyor buldum kendimi / Ne bir kuşun kanat sesi bozdu geceyi / Ne de diğer geceler gibi, benim ayak seslerim / Eski adımlarıma karıştı sesleri.
Yükseltmek için çevremde sağlam bir duvar / Uzaklardan taşlar getirdim çıplak ayakla, ağır ve sert kayalar / Orada ulu bir duvar örmüştüm / Gözümden uzak tutayım diye her şeyi / Ve devler saldırmasın diye geçişleri kapattım / Aklımdan bu geçenleri çok önceden görmüştüm.” [3]
“Duvar, elbette tecrit anlamında kullanılmıştır. Kendisini çölde yalnız bulan ve ayak seslerini kaybeden Sepehri, belki kendisine dahi yabancılaşmıştır. Bu yabancılaşma bilinçlidir, toplumla bir daha bir araya gelmemek için bu duvar, şairin kendisi tarafından yükseltilmiş, bu şekilde toplumdaki çirkinliklerden uzak durabileceği sanısına kapılmıştır.”[4]
“Kötü rüzgâr / Yönünü kıyıya çevirir ve gözlerinin içine adamın / Değişiyor gibi görünüyor rengi tehlikenin / Konuşuyor rüzgâr / Adamım nereye gidiyoruz / Adam yoluna gidiyor / Rüzgâr ayağına dolanıyor / Dostum nereye gidiyoruz nereye / Adam yoluna gidiyor / Rüzgâr ayağına dolanıyor.”
“Deniz ve Adam” isimli şiirine ait bu dizeler, Morse Peckham’a göre, şairin ruhen ölü olduğunu kanıtlar niteliktedir.[5]
Sepehri, iç dünyasını belki de en net şekilde, kitabına da adını veren “Renklerin Ölümü” isimli şiirde göstermiştir. “Bir renk / Gecenin kenarında / Ölmüş tek kelime etmeden” ve sonrasındaki dizeler, umudun ve coşkunun remzi olan rengin, şairin bilinçaltında öldürülmüş olduğunu açıkça göstermektedir.
“Bir bağ çözülmüş / Bir rüya dağılmış, ülkenin rüyası / Renk çiçeklerinin açılma masalını unutmuş / Konuşmadan geçmek gerek bu yolun kıvrımından / Bir renk ölmüş bu gecenin kenarında.”
Mistisizmle Yoğrulan Romantik Sepehri Şiiri
1957 yılında Fransa’yla başlayan ve yıllara dağılarak birçok Avrupa ülkesi ile birlikte Mısır, Hindistan, Afganistan, Pakistan ve Japonya seyahatleri, şairin ruh ve düşünce dünyasında bir takım değişimlerin yaşanmasına sebep olmuştur. Bunda tasavvuf ile birlikte Hinduizm ve Budizm öğretileriyle tanışması önemli bir etkendir. Poetikasını ve ideolojisini, Batı’dan Doğu’ya yapmış olduğu bu seyahatler neticesinde bir raya oturtan Sepehri’nin şiirleri bundan sonra neo-sufi bir anlayışla şekillenecektir. Bu, diline karanlık, ışık, aydınlanma, dost gibi terimlerle yansıyacak, bir yandan da Hinduizm öğretileri ile ünü dünyaya yayılan Krishnamurti gibi çağdaşı Hint düşünürünün felsefesi ile karşılaştırılacaktır.
Rengin Ölümü ile birlikte negatif romantik akım içerisinde gösterilen şair, seyahatlerinin de etkisiyle tabiattan kendisine uzatılmış bir el olduğunu hissederek yönünü doğaya ve doğanın olduğunu sandığı ruha dönecektir. Oysa Rengin Ölümü’nde doğayla yakınlaşmak bir yana, karşıt bir tavır içindedir.
Tasavvufu doğada yaşayan Sepehri’nin, bunun için haklı nedenleri vardır. Ona göre doğa, hem bir tapınak hem de Tanrı’yı yansıtan bir aynadır. Doğada, Tanrı’yı tüm varlığıyla hissetmiştir.
Romantizmin temel yapı taşlarından biri de budur, doğanın yüceltilmesi romantik şairler için bir gelenektir, bu gelenekle Romantizm, Neo-Klasisizm’den ayrılır. Sepehri’nin yedi kitabı, romantizmin bu unsurunu taşır, kendisi doğayı canlı bir öğretmen olarak görür, artık bir yabancı gibi değil, doğanın müridi olarak düşünmeye başlar.
“Yine Avrupa Romantizmi ve Fars şairleri üzerinde yapılan çalışmalarda, eski şairlere kıyasla modern Fars şairlerinin doğaya olan tutumu Lamartine ve Wordsworth gibi Avrupalı şairlerle benzerlik göstermektedir. Wordsworth ile birlikte “Suyun Ayak Sesi” isimli tasavvufi şiiriyle Sepehri, Panteist olarak anılmıştır.”[6]
Tasavvuf, Yolcu(Mosâfir) ve Suyun Ayak Sesi(Sedâ-yi Pây-i Âb) isimli kitaplarında zirveye ulaşmıştır. Kitaplara isimlerini veren şiirler, mistisizmi en yoğun şekilde işlemiştir. Suyun Ayak Sesi’ndeki “Ben Müslüman’ım / Kıblem bir kırmızı gül / Namazlığım bir pınar…” ve “Namaz kılarım ben / Otların tekbirinden sonra / Dalganın kametinden sonra…” dizeleri de doğanın, tasavvufla evliliğidir.
“Yolcu” şiiri, mükemmele ulaşmak için aşkın merkezinde bulunmayı şart koşuyor.[7] “Ve aşk yalnız aşk / Seni bir elmanın sıcaklığına tutkun kılar / Yalnız aşk ve aşk / Hayatın sonsuz derinliklerine götürüp / Bizi bir kuşa dönüşmenin imkânına kavuşturdu.” Tüm bunların, Vahdet anlayışının yansıması olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. “Korkmayalım ölümden / Ölüm güvercinin sonu değil.”
Sepehri’nin ölümünden sonra birçok Batılı ve İranlı araştırmacı, Sepehri şiirlerinin üzerine düşerek, felsefesini Camus, Sartre, Eliot, Conrad, Dickinson, Kafka gibi Batılı düşünür ve şairlerle; Mevlana, Şirazi, Attar, Hayyam gibi Müslüman mütefekkirlerle karşılaştırmış, bu kıyası İncil’le dahi yapmıştır. Nihayetinde Sepehri, fikri zenginliğini edebi ustalığıyla birleştirerek çağdaş mistik modern şiirin en iyi örneklerinden birini vermiştir. 1980 yılında lösemiden hayatını kaybettiğinde, akılda ölüme dair şu dizeleri kalmıştır: “At, arabacının uykusuna hasret / Arabacı ölüme hasret.”
Kaynakça:
- Nahid Yousefzadeh Ghouchani; “Juvenility in Sohrab Sepehri’s Poetry”, International Journal of Advanced Studies in Humanities and Social Science, 2013, (2379-2388)
- “Suyun Ayak Sesi” Çevirisi: Mehmet Kanar, İran Şiiri Antolojisi, Yapı Kredi Yayınları, 1. Bası, 2014, s.234; “Rengin Ölümü” Çevirisi: Mehmet Kanar, İran Şiiri Antolojisi, Yapı Kredi Yayınları, 1. Bası, 2014, s.215; “Yolcu” Çevirisi: Faysal Soysal, Akdenizdeki Çöl, Balkon Sanat Yayınları, 1. Bası, 2011, s.40
- Şairin “Duvar” ile “Deniz ve Adam” isimli şiirlerine ait dizeler tarafımdan çevrilmiştir.
- Mohammad Hussein Oroskhan, Esmaeil Zohdi; “Sohrab Sepehri’s Imaginative Voyage from Negative Romanticism to Positive Romanticism in his Cycles of Poems”, Advances in Language and Literary Studies, 2014, s.230
- Morse Peckham; “Toward a Theory of Romanticism”. In Romanticism: Points of View. Ed. Gleckner & Enscoe.London:Prentice Inc, (231-258)
- Mohammad Hussein Oroskhan, Esmaeil Zohdi; age, s.229
- Asghar A. Seyed Gohrab, Universal Mysticism in Sohrab Sepehri, s.398-399
- Bu incelemede, şairin sanat kronolojisini ve sanatının yönünü başarılı şekilde işleyen Mohammad Hussein Oroskhan ve Esmaeil Zohdi’nin kaleme aldığı “Sohrab Sepehri’s Imaginative Voyage from Negative Romanticism to Positive Romanticism in his Cycles of Poems” isimli makaleden, gerek metodoloji gerek içerik bakımından oldukça yararlanılmıştır.
Hasan Bozdaş | Hece 219
Görsel: http://api.ning.com/files/HP0qmwPthFWQhHSvJaDe5-DkgE*VYxam5wjm4OhauUAR9vniAnGcgZTGdeSyK9KSkc*GazvtV6Lb3YLM5HnFC-JOl7-bGaK2/sohrab6.jpg