Mağrib Günlükleri II – Şevşavin, Fes

07.06.2019

Sabah erkenden uyanıyorum, bahçenin esintisinde hamağa uzanıp Loorena McKennitt’in Endülüs ezgilerini dinlemeye başlıyorum, bir saat sonra başlayacak kahvaltı servisi ve yağmur.

Dar Omar Khayam
Dar Omar Khayam

Dünkü yemekten zehirlenmişim, midem bulanıyor, kolumda ve ayağımda kızarıklıklar var.

Kahvaltıyı sevdim, klasik bir kontinental Fransız kahvaltısı; iki kruvasan, baget ekmek, portakal suyu, kahve, zeytinler, peynir. Burası zeytin ve narenciye cenneti, bu yüzden birçok yemekte ilgili ilgisiz bu tatlar baskın geliyor. Hatta ülkede milyonlarca zeytin ve hurma ağacı olduğunu söylüyorlar. İnanırım. Aslında Fas’ın baghrir adı verilen pankekleri de var, ama bizim otelimizde yok, onun haricinde bir kahvaltı kültürleri de yok. Sanırım kahvaltıyı mükellef hale getiren tek toplum biziz. O yüzden Kazablanka’da yaşayan arkadaşıma hediye olarak sucuk ve kaşar peyniri getirdim.

Şevşavin’e doğru yağmur altında yola çıkıyoruz. İsmin telaffuzunda henüz karar kılmadık. Şavşavan mı, Şefşaven mi, Şifşavin mi, Şevşavin mi… Ben konuşurken Şafşavan demeyi tercih ediyorum ama Arapça yazılışından anladığım kadarıyla Şevşavin diye telaffuz edilmesi gerekiyor.

IMG_6842.JPG

Akdeniz iklimi varlığını sürdürüyor; yol boyu ağaçlar görüyor, ormanlardan geçiyoruz. Yağmur da duruyor. Dağ köyleri ve minareleri bir medeniyetin bayrağını taşıyor.

IMG_6835

Kazablanka’dan Tanca, özel aracımızla yaklaşık dört saat sürmüştü. Otoyolda dahi çok fazla trafik denetimi ve radar uygulaması vardı; karşı yönden gelenler selektör yapıyor. Trafik haracının çok yaygın olduğunu söylüyor insanlar, denetimler bunun bir parçasıymış özellikle de yabancılara karşı, gözlerine batmamak birincil önceliğimiz. Şevşavin yolu daha kırsal bir yol, yaklaşık iki buçuk saat sürdü yolculuk.

Yol üstünde Tetuan şehrini seyredebildik, planımızda olmadığı için duraklayamadık ama Endülüslülerin inşa ettiği güzel Tetuan’ı bir sonraki Fas seyahatime saklıyorum, bu beyaz şehri mutlaka gezmek istiyorum.

IMG_6824.JPG
Tetuan

 

Şevşavin, Rif Dağlarının eteklerine kurulmuş bir kale şehir.  Aslında Rif Dağları ve Rif Cumhuriyeti üzerine de konuşmak gerek. Çünkü bu dağlar Abdülkerîm el-Hattâbî’yi yetiştirmiş, belki de Fas’ın asıl kurtarıcısı o sayılır, çünkü insanların zihnine mücadele fikrini yerleştirmiş ve neticede de mücadeleyi başarıya ulaştırmış, Ömer Muhtar’la aynı dönemlerde yaşayıp Fransızlara kök söktürmüş bir hukukçu ve komutan. O yüzden Rif denince, Abdülkerîm el-Hattâbî geliyor aklıma.

Şevşavin bugün ortalama bir ilçe ile aynı nüfusta olmasına rağmen Fas’ın turizm elçisi statüsünde, çünkü masmavi sokakları büyülü bir gerçeğe çağırıyor insanları. Bunda Fes ve Tanca yolunun, ki kadim bir ticaret güzergahıdır, arasında kalması da yatıyor, pek çok ziyaretçiye ev sahipliği yapıyor.

IMG_6858
Şevşavin Çarşısı

Kasbah adını verdikleri kalenin etrafından yayılıyor eski şehir, yöresel eşyalar satan dükkanların önünden geçiyoruz, dokumalar yaygın burada ve el yapımı sabunlar, deri eşyalar, bu ülke baharat cenneti, el dokuması başörtüleri görüyorum, çantalar, ayakkabılar… Kimi duvarlar kilimlerle kaplı. Gökyüzü mavisinin üzerine bütün koyu renkler yakışıyor, her şey çok güzel, güzel olmayan tek şey abartılı turist kalabalığı. Bir Koreli çiftin düğün fotoğrafçısı oluyorum birkaç dakikalığına.

Şafşavan 5
Şevşavin

Medinenin sokaklarında kaybolmaya bırakıyorum kendimi, her şey alabildiğine masmavi, gök mavisi, merdivenler de mavi, çeşmeler de, kapılar da, ayaklarımın altı da mavi, başımın üstü de… Sanki bu şehri mavi bir muşamba örtüyor. Yaşamak ve kaybolmak temalı bir şiir yazabilirim Şevşavin’e. Burada yaşarsam eğer, her gün kapımın önünü süpürür, riyadımın ortasındaki havuza sırtımı dayar kitap okurum, evden çıkmasam da olur, bir de mandolin çalmayı öğrenirim. Bahçedeki portakal ağaçlarının çiçek vermesi için baharı beklerim, taçlı kızıl kuyrukların portakal ağaçlarımı istilasını keyifle beklerim. Minarelere leyleklerin yerleşmesini de beklerim. Akşamları, Rif dağlarından rüzgâr beklerim. Bir atım olsun, çocukluğumdaki gibi kahverengi bir tay, onun da dönüşünü beklerim.

Şafşavan 6
Şevşavin Mavisi

Bu şehre turist girmemeli. Sadece, cellabiyeleriyle gezen amcalar ve haik giyen teyzeler yaşamalı. Onların kot pantolonlu çocukları da büyük kentlere yerleşmeli, bu şehri kirletmemeli.

Gerçek şu ki, benim de sadece iki saatim var ve sonrasında Fes’e doğru yola çıkacağız.

Şafşavan 7
Şevşavin Mavisi

Mavi sokaklarda tek başına fotoğraf çektirebilmek için sıra bekliyor insanlar, sıra bekliyorum. Misak’ın kırmızı atını fotoğraflayabiliyorum uzun bir kuyruktan sonra.

Bir turist şehri olmanın hakkını veriyor Şevşavin, gezdiğim şehirlerin pahalılığını kartpostal fiyatlarıyla ölçerim, on liranın altında kartpostal yok, aşağı yukarı en ucuz kartpostal yirmi dirhem, su da öyle.

Şafşavan 14
Şevşavin Mavisi

Şevşavin, Berberiler tarafından Septe’deki Portekiz varlığına karşı askeri amaçla kurulan bir şehir 1470’lerde. 1494’te Gırnata’dan sürülen Müslümanlar (ki İspanyollar Moriskolar diyor onlara) ve Seferad Yahudileri olarak anılan Yahudilerin bir kısmı buraya yerleşmiş. O tarihlerde, geniş avlularında birer narenciye ağacı bulunan, balkonlu, kiremit çatılı, pencere ve kapıları Müslüman yeşiline boyalı İspanyol mimarisi evlerde otururmuş gelenler ve böylece bugünkü medinenin temellerini atmışlar.

Şafşavan 15
Şevşavin Mavisi

Evlerin mavi renge boyanması ile ilgili pek çok dedikodu dolaşıyor. Büyük çoğunluğu Seferad Yahudilerinin dini geleneğine dayandırsa da, hatta akrepler ve haşerat yaklaşmasın diye maviye boyandığını da söyleyenler var, yaşlılar şehri beyaz badanalı ve yeşil kapılı olarak hatırlıyorlar. Herhangi bir sebep yerine turistik bir şey olduğunu düşünüyorum. Büyüyü bozmak istiyorum.

Şevşavin Mavisi

Güzel Şevşavin’in bir kötü talihi de esrar tarlaları imiş. Pek çok kişi burada esrar yetiştiriyormuş, yasak olmasına rağmen bazı turistler sırf bunun için geliyor, tarlalara geziler düzenleniyormuş. Hatta sokak aralarında turistlere zorla esrar satan Şevşavinliler varmış. Tanca’nın da yakın olduğunu düşününce buradaki esrarın kolay bir şekilde Avrupa’ya geçtiğine şüphem yok.

Şafşavan 16

Fes’e doğru yola çıkıyoruz.

İklim tamamıyla değişti, kıraç bir toprak ve çöl iklimi başladı, ağaçlar seyrekleşti, yollardaki virajlar arttı, dağ yollarından geçmeye başladık. Uçurumlar seyirlik manzara sunuyor.

Ve Cuma vakti. Burada hutbeler en az bir saat sürüyor. Önce krala dualar ediliyor, sağlık ve afiyet dileniyor sonra başlıyor mevzular. Hemen hemen her konuda konuşuyor imamlar, hepsi de hafız, çoğunun nefis kıraatları var, İslami ilimler noktasında da mecburi yeterlilikleri var. Güncelden siyasete, sosyal konulardan ekonomiye her alanda konuşuyorlar.

IMG_7033

Ramazan’da da pek yaşanılası imiş buralar. Kenar mahallelerdeki camiler tıklım tıklımmış, bazı mahalle aralarında çadırlar kurulur, ibadet edilir, ezan okunduğu an evde birer hurma ve sütle iftar açılıp, en yakındaki çadıra namaza gidilir, kadın erkek çocuk yemeğe ancak namaz sonrasında dönermiş. Diyarbakır’daki günlerim aklıma geldi, camide her gün bir hayır sahibi halka tatlı, su ve hurma alır; iftar ezanla camide açılır, sonra da namaz kılınıp evlere yemeğe gidilirdi.

Fes’e kırk kilometrelik mesafede bir yemek molası veriyoruz, belli ki durduğumuz yerin tek özelliği bir dinlenme tesisi kasabası olması.

Bir kasap ve restoran duruyor yan yana, kasaptan etin siparişini veriyoruz, birazdan mangalda pişirip getirecekler; ortamda birkaç kabile sinek ve arı var, başım dönüyor.

Etler geldi, atmosferi işin içine katmazsam lezzetliydi, on farklı dilde peçete, havlu ve türev terimleri kullandım, güldüler, yok, hayatımda bu kadar kirli bardaklar görmemiştim, ellerimizi silebileceğimiz bir şey yok, en sonunda gazeteye benzeyen bir şey getirdiler, ellerim boya oldu bu kez. Ellerimi yıkamak üzere lavabo aradım, şimdi de sabun yok.

Fes’e devam ediyoruz. Köylerden ve kasabalardan geçiyoruz. Her köylünün altında bir binek hayvanı var. Motifli, mukarnaslı minarelerin gölgesinden geçiyoruz, birçoğunu yuva olarak kullanıyor leylekler.

Şevşavin’e yakın köylerde beyaz evler ağırlıktayken, Fes’e yaklaştıkça evlerin ve köylerin rengi de çölleşiyor.

Ve nihayet fes diyarı Fes’teyiz. Şehir dümdüz, binaların çoğu aynı yükseklikte, bu yüzden rahat bir şekilde şehrin ufku görünüyor. Yeni Fes’ten eski Fes’e geçiyoruz, oldukça büyük ve yayılmış şehir, burası üç farklı şehrin sentezi. Eski Fes, yeni Fes ve modern Fes. Arabamızı eski Fes girişinde güçlükle park edip, kullanmaya müsait on dört kapıdan biri olan Bab Rasif’ten yürüyerek giriyoruz şehre.

Fes Kapısı
Bab Rasif

Dünya’da Fas’ı bu isimle tanıyan tek halk biziz, ağırlıklı olarak Marok ya da Mağrib denir; biz ise kadim şehir Fes’ten ötürü Fas demişiz bu topraklara. Fes uzun süre baş şehirlik yapmış bu medeniyete. Fas Sultanlığının ilk başkenti imiş. Osmanlının fesleri de buradan gelirmiş.

Bu şehri İdrisiler kurmuş. Medine bölgesindeki yani neredeyse üç yüz bin kişinin yaşadığı eski şehirdeki sokakların uzunluğu yaklaşık yüz kilometreymiş. Etrafı da surlarla çevrili. Bugün kimi kullanılan kimi kullanılmayan yirmi altı ayrı tarihi kapı var eski şehire giriş yapılabilecek. Araçların giremediği medinede on bine yakın sokak bulunduğunu söylüyorlar. Dünyada, araç trafiğine kapalı en büyük şehir kabul ediliyor. Bu yüzden de UNESCO’nun dünya kültür mirası listesinde bulunuyor.

Fas Krallığı, medine bölgesinde tarihi dokuya uygun olarak pek çok yeni yapı da inşa etmiş. Fakat yeniler modern bir hava veriyor, kimlik ise daha ara sokaklarda.

İlkin, çok güzel bir kemerli kapı olan Bab Rasif’ten girip Rasif Camii’ni geziyoruz. Fes, İslam dünyasının ilmi anlamda da çok istifade ettiği bir şehir, pek çok münevver yetiştiren medreseleri, klasik anlamda üniversiteleri var. Buna rağmen, medine sokaklarında cep telefonlarımıza sahip çıkmamız konusunda uyarıldık. Polislerin bu labirent sokaklarda güvenliğimizi sağlayamayacağı aşikâr, o zaman bir elim cep telefonumda bir elim fotoğraf makinemde kendi kendimi korurum.

Fas, bayrama bizden sonraki gün girmiş oldu. Dolayısıyla hâlâ bayram buralarda. Buna rağmen sokaklar kalabalık sayılır.

Chouara Dabbakhanesi, ki nasıl telaffuz edeceğimi bilmiyorum, Fas’ın ve Afrika’nın en önemli deri işleme ve boyama merkezi. Burası, kitap ciltlemesinde de kullanılan maroken derinin öz yurdu imiş. Ara sokaklara evvela bu dabbakhaneyi aramak için girdik, asıl güzergahı bayram nedeniyle kapatmışlar, bu yüzden güvensiz sokaklardan yürüdük, koku gittikçe ağırlaştı, bu da doğru iz üzerinde olduğumuzu gösteriyor, yan yana duran birkaç kişiye dabbakhaneyi sorduk ki kolumuza girip ne olduğunu anlamadan bizi sokaklardan ve binaların içerisinden geçirip dabbakhaneye çıkardılar. Çok gergin dakikalar geçirdik. Önce kaçırıldığımızı sandık. Sonra rehberlik yapmaya başlayıp yapının tarihinden, işlevinden bahsettiler, şu ana kadar karşılaştığım Faslıların o kadar misafirperver olmadığına eminim, o yüzden bize kesecekleri faturayı çok merak ediyorum.

Dabbakhane bomboş bayram sebebiyle. Dünyanın en ağır kokularından birine maruz kalmış olabilirim, burnum çığlık atıyor, nefes almak istemiyorum, buna rağmen karşımdaki manzara her açıdan fotoğraflanmayı hak ediyor, çalışan sadece bir debbağ var, zoraki rehberlerimiz bu kez kolumuza girip bizi derilerin kurutulduğu alana götürüyor, bir sunum da orada yapıp ellerini uzatıyorlar, niyetleri her birimizden ayrı ayrı bahşiş almak, her birine beşer dirhem verip susturuyoruz, binanın çıkışında her birimize lavanta ikram ediliyor, normalde nane yaprağı veriliyormuş, burun deliklerime iki dal lavanta koymak istiyorum, bu kokuyu hatırlamamak istiyorum.

Dabbakhane 3
Chouara Dabbakhanesi

On birinci yüzyılda inşa edilmiş bu dabbakhane, Fes bundan ötürü Afrika’da dericilikle ön planda. Bu sokaklardaki on bine yakın işyerinin önemli bir bölümü deri ürünleri satıyor. Rengarenk derilerden yaptıkları belğa dedikleri pabuçlar, Antep yemenilerini anımsattı bana. Dericilerden başka neler yok ki bu sokaklarda. Balıkçılar, baharatçılar, kasaplar, kilimciler, kaftancılar, zanaatkarlar… Açık havada satılan ve sıcaktan kendini kaybetmiş kellelerle göz göze geliyoruz; sakatat, et ve balıkların kokusu beni başka bir boyuta taşımak üzere. Hızlı hızlı geçiyoruz o sokakları. Herhangi bir işyeri sahibi, tezgahla ilgilendiğini hissettiği an bir avcı gibi yaklaşıp tutuyor ve bırakmak istemiyor. İyilik kavramının karşılığının ücret olarak ödendiğini hissediyorum bu şehirde. Adres sorulması üzerine bir ticari faaliyet alanı oluşturulmuş. Üstelik insanların yüzlerinde güven duygusunu bulamadığımı hissediyorum. İnsanın kötü bir enerjiden ibaret olması ne fena ne fena.

Dabbakhane 5.jpg

Koyu sarı renk duvarlarla kaplı Fes sokakları, çöl rengi veya toprak rengi, ne denirse, kimi tek kişinin ancak geçebileceği kadar dar, kimi birkaç yük hayvanının aynı anda geçebileceği genişlikte. Her yer birbirine benziyor, her sokak bir öncekinin aynısı, bir sonrakinin de aynısı olacak. Daracık sokaklar ve yüksek duvarlar bir labirentin içerisinde olduğumuzu haykırıyor. Yönümüzü sağlıklı bir şekilde bulmamızı sağlayacak hiçbir şey yok. Ya adres sorduğumuz kişilere bahşiş vermeye razı olacağız, ya da her köşe başında kaybolacağız. Kaybolduğum bir çıkmazda Suzanna Clarke’ın riyadına rastlamayı umuyorum.

Bu labirenti, Simon O’Meara güzel tarif ediyor. Fes şehri bağlamında İslam mimarisini temel alan muazzam bir doktora tezi var. Mekân ve Müslüman Şehir Hayatı olarak çevrildi Türkçe’ye. Fes’in duvarları üzerinden İslam hukukunun, İslam mimarisinin, mahremiyetin, hicabın ve estetiğin, sosyokültürel gerçeklikle sentezini yapıyor.

Karaviyyîn Camii, Fes’i hayırla yad etmem için tek başına yetecek. 850’li yıllarda Fatıma el-Fihri isimli bir tüccar hanımefendi tarafından bir camii ve medrese olarak yaptırılıyor burası ve dünyanın aralıksız bir şekilde en uzun süre eğitim veren üniversitesi kabul ediliyor, hâlâ eğitime devam ediliyor burada, resmi bir devlet üniversitesi şimdi. Hatta cami içerisinde yüksek lisans ve doktora derslerinin yapıldığı kürsüleri de gördüm. Ezher canlandı gözümde, burası daha kadim halbuki. Aynı zamanda bu cami ve medresenin yanında, dünyanın en eski kütüphanelerinden kabul edilen Karaviyyîn Kütüphanesi de yer alıyor. Bu kütüphane de 1349 yılında inşa edilmiş, beş yüz binin üzerinde kitap bulunduğu söyleniyor. İçeri girmek istedik fakat müsaade edilmedi. İbn-i Battûta’nın hayırla yad ettiği Ebû İnân el-Merînî yaptırmış bu kütüphaneyi. İnsan, her biri tarih sayılan dört binden fazla el yazmasıyla göz göze gelmek isterdi. İlk Kur’an nüshalarının çoğu burada, İbn-i Haldun’un Mukaddime’sinin de ilk nüshalarından biri burada. Zaten İbn-i Haldun’un yolu bu üniversiteden geçmiş tıpkı İbn-i Rüşd gibi, İbn-i Arabi gibi, Muhammed el İdrîsî gibi, Emin Maluf(Amin Maaoluf)’un biyografik romanını yazdığı Afrikalı Leo Hasan el-Vezzân gibi, Selahaddin Eyyubi’nin doktorluğunu yapan Yahudi alim Musa ibn-i Meymûn  gibi; bunların bir kısmı burada hoca olarak kalmışlar, bir kısmı öğrencilik yapmışlar.

Karaviyyin 2.jpg
Karaviyyîn Cami

Kütüphanenin restorasyonunu yapan mimar ve sanat tarihçilerinin notlarını okumuştum, sürekli bir şeyler keşfettiklerinden, labirent gibi bir mimari ile karşılaştıklarından bahsediyorlardı. Fes labirenti içerisinde labirent bir kütüphane. Eğer Karaviyyîn Kütüphanesi, medrese ile var oldu denilecekse ki müstakil kütüphaneden evvel cami içerisinde kimi hadis külliyatları, mushaflar ve başkaca kitaplar için özel bölümler ayrılmış, burası dünyanın faaliyetteki en eski kütüphanesi sayılmalı.

Ayakkabılarımı elime alıp Karaviyyîn Camii’nin avlusuna ayak bastığımda gülümsedim, bir caminin avlusuna ayakkabı ile girememek beni mutlu etti. Yeşil mozaiklerle süslüydü yerler ve duvarlar, beyaz bir minare, şadırvanın ahşap taçları, adeta dantelden revaklar ve mermer havuz… Şadırvanın revaklarının bir benzeri, El Hamra’nın aslanlı avlusunda dikili duruyor. Bu camii baştan aşağı el işçiliğinin zarafeti. Dört tarafı çevrili bir avlu, tipik bir Emevi mimarisi. Sarayları da böyle, evleri de. Garaudy, “asude minare” der Karaviyyîn’in o dingin beyaz burcuna.

Karaviyyin 1
Karaviyyîn Cami

Şadırvan kültürleri farklı olduğu için çeşme yerine küçük havuzlardaki su ile abdest alıyor insanlar, onları taklit ettim, yeşil seramik kiremitli çatılar gözlerimin önünden gitmeyecek, uzun süredir bu kadar haz almamıştım bir mimariden, bir yapı nasıl hem bu kadar estetik hem bu kadar mütevazı olabilir. İçeriye girince o mütevazılık daha da büyüdü gözümde. Beyaz at nalı kemerler ve duvarlar ve kırmızı halılar haricinde hiçbir şey yok. İbadet et bu sadelikle Allah’a karşı. İşte, İslam mimarisi böyle bir şey.

IMG_0562
Karaviyyîn Cami

Görevliler, fotoğraf makinesi ile fotoğraflamama müsaade etmiyorlar yapıyı, yine de havuzdaki su ile oynayan iki çocuğu görmezlikten gelemem, fotoğraflarını çektim, vakıflar müdürlüğünden izin alınması gerekiyormuş camide çekim yapılabilmesi için, üzüldüm. O ince işçilikleri ayrı ayrı ölümsüzleştirmek isterdim. Bu camii ile bir akrabalık hissettim. Namaz kıldıktan sonra belki bir saat oturdum avluda, sadece seyrettim tarihi, tarih beni seyretti. İbn-i Arabi’nin öğrencileriyle konuştuklarını dinliyormuş gibi yaptım.

Karaviyyin Camii 5
Karaviyyîn Cami

Karaviyyîn Camiinin yakınlarında Ticaniyye Tarikatının kurucusu Sidi Ahmet Ticani’nin kabri ve zaviyesi olduğunu öğrendim. Camii içerisinde pek çok tarikat mensubu gördüm, büyük bir çoğunluğu siyahiydi ve Afrika’nın diğer bölgelerinden gelmişlerdi, bayramı medfun şeyhleri ile geçiriyorlar, bir çeşit rabıta için geliyorlar, umarım hac olarak görmüyorlardır bu ziyareti, çok üzülürüm. Camilerine hayran oldum. Ne zarif duvarlar, ne zarif kapılar, ne zarif işlemeler…  Müridandan korkup camiinin içerisinde fotoğraf çekemedim fakat çekmem gereken her bir kare gözlerimin önünde. Tıpkı burası gibi pek çok zaviye var Fes’te. Zaten sokaklarda yürürken, tarikat mensubu olduğunu adeta haykıran insanlar görüyorum. Birçoğu sokaklarda veya zaviyelerde kalan bu insanlar, ellerindeki keseler veya kaselerle sadaka istiyorlar; türbe yeşilinden kıyafetleri, devasa ve renkli sarıkları, boyunlarındaki çeşitli zincir ve şeritlerle geçiyorlar ara ara yanımızdan, göz göze geliyoruz, sormak istiyorum: “Sizinle hangi çağda görüşüyoruz?”

Karaviyyin Yurdu 1
Karaviyyîn Üniversitesi Öğrenci Yurdu

Zaman Fes’te durmuş sanki. Bir darbuka ezgisinin eşlik ettiği dakikalarda, sokakta yürürken olduğu gibi on yüzyıl öncesinin diri olduğunu hissediyorum. El-Attarine ve Ebû İnâniye Medreselerindeki işlemeleri gördükten sonra, insan nasıl olur da yirmi birinci yüzyıla alışabilir…  İbn Battûta, Ebû İnâniye medresesi için “Şam, Mısır, Irak ve Horasan medreseleri arasında bunun bir benzerini görmedim.” der.

Mistik ve baharat kokan sokaklarında hem keyifli hem gergin bir tarih yürüyüşü yapıyorum. Güneş batıyor ve Fes sokakları güvenilir olmaktan daha da uzaklaşıyor.Fas Kapısı 8

Medineden, girdiğimiz kapıdan ayrılıyoruz uzun bir uğraştan sonra. Aracımızı park ettiğimiz yerin karşısında bulunan bir kafenin en üst katına çıkıyoruz tatlı yemek ve nane çayı içmek üzere. Buzdolabında gezen sinekleri görünce anında vazgeçiyorum tatlı fikrinden.

Kafenin dizaynının ve mozaiklerinin biraz önce gördüğüm güzelliklerden bir farkı yok, bir Fas köşkünde yani riyadında ağırlanıyor gibiyim.

Biz çayımızı beklerken aşağıda bir gürültü koptu. Hiç kimse istifini bozmadı, kalktım, aşağı baktım, elinde en az yarım metrelik bir bıçakla birisi yaklaşık yirmi kişilik bir gruba saldırıyor, birkaç kişi de onu tutmaya çalışıyor, uzaklaştırdılar, fakat kılıçlı adam sıyrılıp kalabalığa doğru tekrardan koştu, ben de gözlerimi kapatıp “Eyvah!” dedim, katliam olacak. O sırada bir polis sireni duydum, iki polis minibüsü geldi hızlıca, kalabalığın yanından tüm olanlara rağmen hızla geçtiler, yanımda benimle birlikte olayları izleyen kafenin sahibine “Polis neden durmadı?” diye sordum, “Polis böyle önemsiz olaylarda durmaz.” dedi. Bu olay Fas sosyolojisini tahlil etmeye yetti.

Güneş battı, bir siluetin mimarları olarak kaldı Fes minareleri.

Fes Silüet 2

Arabayı önüne park ettiğimiz iş yerinin sahibi yüklü bir bahşiş istiyor, aracımızı polise karşı koruduğunu iddia ediyor, verdiğimiz parayı beğenmeyince çevredeki esnaflar da müdahil oluyor bahşiş pazarlığına. Para konuşmaktan yoruluyoruz.

Büyük bir gerginlik ve yorgunlukla Kazablanka’ya doğru yola çıkıyoruz. Açız.

Uzaktan dev hamburger zinciri el sallıyor, sanırım burada yılana sarılmayı deneyeceğiz. İçeride ilahiler çalıyor, ilahiler eşliğinde kapitalizmin mabedinde hamburgerlerimizi yiyoruz.

Dar’ul Beyza’ya gidiyoruz.

Hasan Bozdaş | Hece Dergisi 275(Kasım 2019)

 

Bir yorum yazın...

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s