06.06.2019
Bu yolculuğu kısmetim yapan ne hiç bilmiyorum.
İnsan, Fas için bu kadar çabuk yola çıkabiliyormuş. Şimdi havalimanında, uçak körüğe yanaşırken, karşı koltukta bize Faslı nişanlısını görmeye gittiğini anlatan genç iş adamını dinliyoruz Murat abiyle.
Air Arabia Maroc’un Gökçen’den kalkan gece yarısı uçağında birkaç saat dilimini, güneşin batış rotasını takip ederek geçiyoruz; batan güneşi mi izliyor, doğacak olandan mı uzaklaşıyoruz?
İkbal’in İslami Yeniden Doğuşun Sorunları koltuk cebinde; İkbal’i konuşacağım akademik toplantı öncesinde bu bir haftalık seyahat delilik gibi, okunacak o kadar çok makale ve kitap dururken, üstelik neredeyse hazırlanmamışken…
Endülüs’e karşı kıyıdan, bir Afrikalı ile aynı çizgiden bakacağım. En uzaktaki batının, el-Mağribü’l-aksâ’nın tılsımı beni heyecanlandırıyor iyiden iyiye. Dualarla (evet dualarla) kalkan uçak, Yunanistan’ı, İtalya’yı, Akdeniz’in ara denizlerini geride bırakacak ve Cezayir’den sonra Fas’a ulaşacak.
Uçağın ancak üçte biri dolu. Servis başlıyor, tavuk tajin siparişi vermiştim öncesinde. Tajin, Fas’ın en bilinen yemeği, çok ağır bir safran ve limon tadı var, içini de zeytin doldurmuşlar, Fas mutfağının damak tadıma uygun olmadığını keşke uçakta tecrübe etmeseydim.
Şehirler akıyor, sağımda Cebelitarık Boğazı ve İspanyol kentlerin ışıkları görünüyor.
Fes şehrinin üzerinden geçiyoruz, Kazablanka’ya az kaldı.
İndik. Yerel saat iki buçuk. Dünyamda en az üç saat kaybım var, beş saatlik yolculukta hiç yaşanmamış üç saat.
Uçakta, seyahat formu dağıttılar. -Neden geldiniz, nerede kalacaksınız? Pasaport polisinden sonra, havalimanı içerisinde iki kez daha pasaportum ayaküstü kontrol edildi.
Havalimanının ikinci terminalinin çıkışında bir çift oturuyor, telefonlarıyla bir arama yapmak için İngilizce ricada bulundum, Fransızca cevap verdiler, nereli olduğumu anlayınca Türkçe birkaç kelime bildiğini gösterdi kadın, -nereden öğrendiniz, -dizilerden…
Sevgili Kazablanka. Seninle, bu gece yarısı mahmurluğuyla tanışmaktan imtina ediyorum. Seni yeni günün ve sabahın esenliğiyle selamlamak istiyorum.
Yarım saatlik bir yolculuğun ardından Ayetullah’ın evine ancak ulaşabildik, arabayı park ettiğimiz yerde bir değnekçi dolaşıyor, gece yarısını üç saat geçiyor. Arkadaşım, onu görmediğim hiç olmadı diyor.
Çok serin bir gece oluyor, insan Afrika’da olduğuna inanamıyor. Pencereyi kapatmadan uyumazsam, sabaha sağlıklı uyanamayabilirim.
Yorgunluk uykusu bitmek bilmiyor ama bugün uzun. Tanca’ya, Cebelitarık Boğazı’na yol alacağız. Seyahat planını ben yaptım. Arkadaşlarım yetiştiremeyeceğimizi söylüyor, yetiştireceğiz.
Kazablanka-Tanca yolu, Adana-Mersin yoluna benziyor; yol kenarında palmiyeler, refüjde güzergâh boyunca zakkum ağaçları…
Demiryolu ağının oldukça gelişmiş olduğunu öğrendim Fas’ta, iki katlı trenler hızla geçiyor yanımızdan.
Ayetullah, Kazablanka trafiğinin yoğunluğundan bahsediyor, pek çok motosiklet de var trafikte. Motosikletin karıştığı herhangi bir kazada hiçbir şekilde kusur motosiklet sahibine verilmiyormuş, trafikte uyanık motosikletliler bazen kasıtlı bir şekilde hasar oluşmasını sağlayıp haraç alıyorlarmış araç sahiplerinden. O yüzden yol boyunca motosikletlilerin olduğu şeritlerden uzak duruyoruz. Ve otoyol ücretleri… Şimdiden birkaç günlük otoyol maliyetimizin bir servete denk geleceğini görür gibiyim.
Otoyolda saatler süren bir yolculuktan sonra beyaz bir siluetle karşılaşıyoruz, Kazablanka gibi bembeyaz bir şehir Tanca da. Şehrin dokusu, arada kalmış o mimari doku, net bir şekilde görülüyor. Bir Afrika şehrindeymişim gibi değil, mesela İtalya’nın özellikle de Yunanistan’ın herhangi bir sahil kentindeymişim gibi. Şehre yaklaştıkça İspanyol mimari selamlıyor bizi.
Fas’ın Cebelitarık boğazındaki ve en kuzeydeki şehri, Tanca. Milattan önce dokuzuncu yüzyılda Fenikeliler kurmuş. Mark Twain seyahatnamesinde “Dünyanın en eski ikinci şehri, seni gördüğüme sevindim.” diye seslenir Tanca’ya, bu hitaptaki bilgide gerçeklik payı var mıdır bilmiyorum.
Konum itibariyle burası bir ticaret ve liman şehri. Müslüman şehrine dönüşmesi, Ukbe bin Nafi vesilesiyle olmuş. Musa bin Nusayr da İfrîkıye valiliği döneminde, Tanca valiliğine azatlı kölesi Tarık bin Ziyad’ı getirmiş ve fetihler onun eliyle başlamış. Sonra da gemiler yakılmış diyeceğim ama Lütfi Şeyban hoca, gemilerin yakılma hadisesinin gerçek olmadığını söylüyor. “Deyim var, kendisi yok.” diyor.
Tanca, hiçbir zaman Endülüs’e bağlılık hissetmemiş hatta Endülüs tarihi boyunca sayısız isyanla anılmış bu şehir. Bu yüzden Arap-Berberi yöneticiler arasında pek çok kez el değiştirmiş. 1471’den 1956’da Fas bağımsızlığını kazanana değin İspanyol, Portekiz, İngiliz, Fransız ve Müslüman hakimiyetinde bir türlü kimliğini bulamamış.
Burada İspanyol, Fransız, Berberi kültürü bir arada, insanlar İspanyolca da Fransızca da biliyorlar çoğunlukla. İngilizce bilmiyorlar. Mihmandarım fasih bir Arapça konuşuyor, şehirlilerse bozulmuş bir Arapça konuşuyorlar; Berberice ile karışmış bir Arapça, Derice diyorlar sanırım, anlaşmakta zorlanıyoruz.
Sokakları ve yapıları herhangi bir İspanya şehrinden farksız, kolonyal dönemin mimarisi içinde yürüyorum. Yarım saatlik feribot yolculuğuyla İspanya’nın, Fransa’nın veya Portekiz’in herhangi bir şehrinde olabiliyor insanlar, bu yolculuğu Tancalılar değil Avrupalılar yapıyor genellikle ve bu yüzden Avrupa’nın günah bahçesi olarak kullanılıyor Tanca. Kazablanka gibi burası da pek çok kumarhaneye ev sahipliği yapıyor. Ya da bir çeşit kaçakçılar yuvası.
Bu, Batılının edebiyatına da sinemasına da böyle yansıyor. Fas insanı ya korku öğeleriyle ya da suçlarıyla anılıyor, Fas’a saygı duyulmadan Fas işleniyor Batı entelijansyasınca. Bu çoğunlukla batının klişeleşmiş yargıları üzerinden oluyor ki, Horses of God ve The Wind and the Lion filmlerine sadece sinematografik öğeleri açısından bakabiliyorum, muhteviyatını artık vicdanım kaldırmıyor.
Vaktiyle evinden uzaklaşmak zorunda kalan pek çok sanatçıya yurt olmuş Tanca, bu tür bir jeopolitik konumun ekmeğini insan tacirleri yemiş, yiyor. Bunun en büyük nedeni, bağımsızlığını henüz kazanmamış Fas’tan önce Fransa-İngiltere ve İspanya hakimiyeti altında uluslararası bir bölge sayılması, bu yüzden de özgür bir kaos şehri olmasıymış. Bu da çok fazla yansımış Batı sinemasına. Fas’ın curcunalı atmosferi ve sokakları, bir sinema filmi için mükemmel bir dekor ve plato.
Avrupa, Afrika topraklarından hiç çekilmemiş. Bugün Fas hakimiyeti altında olması gereken Ceuta(Septe) ve Melilla, sırf Cebelitarık Boğazı çift taraflı olarak İspanya’nın kontrolünde kalabilsin diye Fas’a bırakılmamış, bu şehirler özerk statüde İspanyol dolayısıyla da Avrupa toprağı sayılıyor, Afrika içinde bir Avrupa. Oysa Ziya Paşa’nın Endülüs Tarihi’nde ne de çok anılır Septe, Tarık bin Ziyad’ın fetih ordularını gemilerine bindirdiği Septe. Ne kadar güzel başlıyor Ebu Abdullah Muhammed bin Galib Rusafi’nin kasidesi: “Nihayet vardı gemiler iki zafer dağına/ Nesiller boyu unutulmayan kudret otağına.”
Günün en sıcak saatlerinde ayak bastığım Tanca’da, kralın yazlık sarayını, yanından geçerek temaşa edip vardığım ilk nokta, Herkül Mağarası. Yılın son üç ayında günbatımlarının mağaranın okyanusa açılan ağzından izlenebildiğini söylediler, imrendim, bu anın fotoğrafçısı olmaya imrendim. Büyük bir mağara burası, çok büyük. Yer yer duvarlarda resimler, figürler… Bunların çoğu Fenikelilerden kalmaymış.
Yunan mitolojisine göre, bu mağaranın okyanusa açılan ve Afrika haritasını andıran ağzı, Herkül’ün darbesiyle oluşmuş. Mitos bu ya, Eurystheus’un ona verdiği on iki görevden onbirincisi olan Hesperides’in bahçesinden altın elmaları almadan önce Herkül burada dinlenmiş. Atlas Dağlarını aşmak yerine de dağları parçalamış, hatta Afrika ve Avrupa kıtalarının bugünkü formu onun darbeleriyle oluşmuş. O halde kıtasal levha bilimi varlığını Herkül’e borçlu.
Mağaradan hemen sonra Spartel Burnu’na gidiyoruz. Atlas Okyanusu ile Akdeniz burada ayrılıyor birbirinden veya burada kavuşuyorlar birbirlerine. Temsili bir buluşma noktası oluşturulmuş burunda, tarihi bir de anıt var fakat deniz fenerine ve o anıta giden kısım kapalı. Çitlerin üzerinden atlayarak, kimseye çaktırmadan geçiyoruz buruna. Fas’a sadece bunun için gelmek istemiştim, özgürlüğümü yasaklara çiğnetecek değilim.
Sağım Akdeniz, solum okyanus. İnsanın kocaman harflerle haykırası geliyor: “O, birbirine kavuşan iki denizi salıvermiştir. Karışmasınlar diye bir de aralarına berzah yerleştirmiştir.”
Bana daima nankör olduğumu hatırlatır Rahman Suresi. Şimdi Allah’ın denizlerinin hemen karşısında, okyanus ve deniz suyunun arasına bir çizgi çekme uğraşındayım.
Okyanus suyu ve deniz suyu, uzaktan bakınca iki ayrı bütün Spartel Burnu’nda. O çizgiyi görmek içinse açılmak gerektiğini söylüyorlar, belki bir gün.
Spartel Burnu’ndan Malabata Feneri’nin de olduğu Malabata Burnu’na geçiyoruz. Cebelitarık Boğazı’nın batı kapısına yani. Karşıda İspanyol, solunda ise bir burun olarak Portekiz toprakları. Çıplak gözle görülüyor İspanyol yerleşimleri. Tarık Bin Ziyad’ın karşıya çıkartma yaptığını canlandırıyorum gözümde, belki Ukbe bin Nafi de atını buradan denize sürmüştü. “Allah’ım, atımla daha ileriye gideceğim de bu yaman deniz bana ayak bağı oluyor.” Ve Kastilyonlardan kaçan binlerce Gırnatalı Endülüs Müslüman ve Yahudi, bu boğazda can vermişti.
Karşı kıyıya yani engizisyon yurduna bakınca, Taner Yüncüoğlu’nun sesi oynuyor arka planda: “Ey Endülüs’ün gül bahçesi hatırlar mısın/Dallarında yuva kurduğumuz o günleri.” Engizisyon işkencelerinin çığlıklarını taşıyor deniz sanki, ruhban olarak yetiştirilmek için kiliseye kapatılan çocukların çığlıkları, çarmıha gerilerek yakılan Müslüman Moriskoların çığlıkları… Çığlıklar, mırıltılara ve ninnilere dönüşüyor; Morisko çocuklara, Müslüman köklerinin izini bırakan babaanne ninnilerini taşıyor deniz. Sonra bir çingene, jota dansıyla ve kastanyetiyle eşlik ediyor bir flamenko ezgisine, onu da duyuyorum. Bu müzik El Hamra’nın tevriklerini tartıyor sanki.
Hashim Cabrera, Kurtuba Camii’ni; İber-Endülüs ve Arap-Endülüs ekolleri arasında bir geçiş olarak görür. İşte Kuzey Afrika’ya da İslam mimarisini taşıyan o letafete karşı bağıra bağıra İkbal’in Mescid-i Kurtuba şiirini okumak vaktidir: “Ey Kurtuba! Senin varlığın aşktandır. Aşk büsbütün devamlılıktır, onda fanilik yoktur.” Ya da Salih bin Şerif’in Endülüs Mersiyesi’nin tamamı gelse dilime.
Öfkeliyim. Endülüs’ü Endülüs olmaktan uzaklaştıran her şeye, herkese öfkeliyim. Medinetüzzehra’yı yağmalayan Berberilere öfkeliyim, Gırnata’nın anahtarlarını hiçbir direniş göstermeden düşmanlarına teslim eden Boabdil’e öfkeliyim, şehvetleri içinde yüzen atalarına öfkeliyim; rehavete, sefahate, saltanata öfkeliyim. İsrafa, şatafata, bencilliğe öfkeliyim. Kastilyonlara, Aragonlara, Ferdinand’a, İsabel’e, Şarlken’e öfkeliyim. Endülüs bir zamanlar biz olduğumuz zamanlarmış. Sonra biz de kim olduğumuzu unutmuşuz, o zamandan beri bir kimlik arıyoruz.
Malabata Feneri’nden ayrılıp yürümeye başlıyoruz, el arabasında meyve ve kuruyemiş satan bir Mağribî amcadan yiyecek bir şeyler alıp Ortaçağ Şatolarını andıran Mnar Kalesine yöneliyoruz, tarihine ilişkin hiçbir şey öğrenemiyorum bu yapının.
Kaleden denizi ve Endülüs dağlarını seyrederken Tahir bin Culun(Tahar bin Jelloun)’un, Beckett ve Genet’a Mağrib çayı içirdiği teatral metin geliyor aklıma, Tanca’da Bir Çay. Hafa Kahvesi yakınlarda bir yerde olsa gerek. Kahveyi bulabilirsem belki sohbete ben de katılabilirim.
Tanca, Cebelitarık olduğu kadar İbn-i Battûta’dır. Çantama sığdıramadığımdan ötürü pirimin seyahatnamesi yok yanımda ama Betül Ok’un yolluk olarak verdiği “İbn Battûta Seyahatnamesi: Sosyolojik Bir Çözümleme” isimli yüksek lisans tezi var telefonumda.
İbn-i Battûta’ya kızgınım öncelikle, görmeye ve anlatmaya kendi ülkesinden başlamış olsaydı; ben Mağrib insanını, Mağrib folklorünü ondan öğrenerek gelseydim…
Tanca’nın bakımsız mavi sarı sokaklarında İbn-i Battûta’nın izini arıyoruz. Hem seyahatte hem hukukta pirim İbn-i Battûta’nın kabri, medinanın ara sokaklarında bir yerlerde. Pazarlardan, daracık geçitlerden geçiyoruz, basamaklar ve yokuşlar çıkıyoruz, kime sorsak kabri bilmiyor. Yürürken, Mağrib kapıları durduruyor beni, her birini ayrı ayrı selamlamalı ve fotoğraflamalı. En sadesinde bile estetik bir tavır var, sanki şey, insan güzel karşılar, güzellikle uğurlar.
Minareler, motifli minareler, birer kale burcu gibi nakış nakış minareler, işte şimdi heyecanlandım, işte şehirlerin sigortaları, beni bu minareler götürecek Endülüs ruhuna, şimdi bu sokaklarda yürürken Endülüs tınıları dudağımda, lamma bada yatasanna…
Eski şehrin, medinanın sokaklarında yürümeye devam ediyoruz, haik giyinmiş kadınlar ve cellabiye giyinmiş erkekler sokağın ruhunu tamamlıyorlar, cellabiyelerin büyük bir kısmı kırsalda giyilen ve daha çok Afrika’nın diğer yörelerinde de yaygın olan tek parça ve kukuletalı tek renk uzun elbiseler…
Tanca, Tanger, Tangier. Yani mandalina. Tam da bunu karşılıyor etimolojisi. Christine Mangan’ın Tangerine’si yani mandalinası işte bu şehrin medinasında geçiyor.
Merdivenleri boyalı, pencereleri çiçek bahçesi, aralarında en fazla üç kişinin yan yana yürüyebileceği, altı sarı üstü mavi evler bir küçük şehrin tüm özelliklerini taşıyor. Pencereler ve kapılar birbirine bakmıyor.
Kendi evinden haz alan tek varlık insandır. Güzelleştirir, temizler, düzeltir, iyileştirir ve huzur hisseder. Fas’ta beni büyüleyen şey buydu. İnsanlar güzelleştiriyorlar evlerini, camilerini, bağçelerini, kapılarını, saraylarını…
Ve İbn-i Battûta’nın kabrini tarif eden küçük levhalara ilişiyor gözlerim sokaklarda, yönleri izliyoruz, yaklaşıyoruz: İki sokağın birleştiği yerde birkaç metrekarelik, beyaz duvarlı ve dışarıya taşmış mihrabıyla, sarı pencereli, üzerinde Fransızca ve Arapça İbn-i Battûta’nın türbesi olduğunu ifade eden yazılarla bir yapı.
Kapı kapalı, açmaya çalışıyorum, “Kimsiniz?” diyor birisi içeriden Arapça. Konuşan İbn-i Battûta değildir umarım, “Dua etmeye geldim.” diyorum, kapı açılıyor, “İbn-i Battûta’yı ziyarete geldik.” diyor arkadaşım, kapıda bir amca, şaşırıyor, beyaz desenli takkesi ve beyaz cellabiyesi ile bir âmâ türbedar, İbn-i Battûta’nın sandukasının yanına döşeğini sermiş ve orada kalıyor, bir de mihrabın önünde bir seccade duruyor.
İbn-i Battûta-i Tanci, nam-ı evvel Şemseddin. Miladi 1304’te Tanca’da dünyaya gelir ve hukuk tahsilinden sonra Hacca gitmek üzere 1325’te yola revan olur. 1354’e kadar Doğu Afrika kıyılarına, Arap yarımadasına, Anadolu’ya, bugün Rusya ve orta asya devletlerinin sınırları içerisinde kalan birçok önemli şehre seyahatlerde bulunur; İran, Hindistan, Çin ve Endülüs’ün pek çok şehrini gezer, kimi şehirde kadılık yapar, kimi baş şehirde hükümdarların danışmanlığını yapar. 1368’de de Merakeş kadısı iken vefat eder. Gelmiş geçmiş en önemli Müslüman seyyahtır desem ne olur, yaşadığı dönemin koşullarında mükemmel bir sosyolojik kaynak oluşturmuş. Bunda ilmi birikiminin faydası bir yana cesaretinindir asıl pay. Endülüs’e cihad niyetiyle gitmiş mesela. Berberi imiş İbn-i Battûta, naaşının o dönemin şartlarında ve çöl ikliminin hâkim olduğu yüzlerce kilometre uzaklıktaki Merakeş’ten nasıl olup da Tanca’ya getirildiğini anlamış değilim.
İbn-i Battûta’nın huzurundan ayrıldıktan sonra şehir merkezini bulmak daha kolay oluyor, çünkü denizli her şehirde aşağı inen bütün yollar denizle buluşuyor. Geldiğimiz sokakları yeniden yürüyoruz, bu kez daha aşina bakıyorum, yöresel eşyalar satan tüm dükkanlar dikkatimi çekiyor, fakat kimse müsaade etmiyor fotoğraflarını çekmeme, bazıları ise para istiyor, farklı olanın bizdeki çekiciliği nedir? Biz de aynı gariplikle mi görünüyoruz başkalarına? Biz de mi fotoğrafları çekilecek birer objeyiz?
Şehir merkezine inerken önünden geçtiğimiz ulu camiinin kapıları kapalı, oysa sadece kapısı oturup karşısında düşünceye dalmamı hak ediyor; yeşil ağırlıklı kapısı, minareleri ve çatısı ile muazzam bir eser. Şans benden yana değil, avlusunu dahi görmek nasip olmuyor.
Medina sokaklarında bir duvarda, yeşil zemin üzerinde sarı renkte Fas bayrağındaki yıldızı görüyorum, tek farkı resmi yıldızın kırmızı zemin üzerinde yeşil renk olması. 1915’e kadar Fas bayrağındaki yıldız, mühr-ü Süleyman’daki kesişmeyen altı köşeli yıldız yani heksagram; sonradan beş köşeli yıldıza, pentagrama dönüştürülüyor, bu bende başka bir çağrışım yapıyor. Ayetullah, “Faslı kadınlardan hiçbir şekilde ikram kabul etme.” demişti. Nedenini sorduğumda ise, hatırı sayılır bir kısmının büyü ve lâ dûni varlıklarla ilgilendiğini öğrendim, özellikle bağlanma büyüsü noktasında mahirlermiş. Fas bayrağının hikâyesi üzerinde düşündüm bu kez, neden mühr-ü Süleyman? Hâlâ cevabımı alabilmiş değilim ama bazı rivayetler, kuyuya kapatılan melekler Harut ve Marut’un bir Mağribî kadına büyü öğrettiğini ve bu kadının büyüyü yaydığını söylüyor, Hz. Süleyman veya Hz. Davut bu topraklarda da hüküm sürmüş müdür, düşünüyorum. Sonra aklıma havalimanında nişanlısını görmeye gelen iş adamı geliyor, gülümsüyorum.
Kral VI. Muhammed Bulvarı üzerinde yan yana duran kafelerden birine geçip oturuyoruz, etli tajin söylüyorum uçakta ders almamışçasına, dersimi tekrar ediyorum, Mağrib mutfağı ile anlaşamıyoruz; mutfaklar kirli. Böcekler, sinekler ana yurt olarak belirlemişler tezgâhı, istemsiz bir şekilde kollarım kaşınıyor, ya da şöyle yapalım, hiçbir şey görmedim, hiçbir şey. Burada herkes ve her şey çok temiz, her şey çok lezzetli, kir ve pasak yok, hayır.
Zehirlendim sanırım.
Bir mısırcıdan közlenmiş mısır istiyorum, biraz uzaklaşıp mısır arabası ile Tanca mimarisini güzel bir şekilde fotoğraflamayı arzu ediyorum ki bana bağırıyor Arapça, “Beni öldürtecek misin?” Tedirginlikler ülkesindeyim, bir fotoğraf seni neden öldürtsün mısırcı? Herkes herkesten korkuyor, herkesin yarısı herkesi fişliyor, herkesin yarısı istihbarata çalışıyor, kalan yarım da korkuyor. Kimse toplumda nereyi işgal ettiğini bilmiyor, ileride bir ağacın altında biri pantolonunu indiriyor, herkese normal geliyor, herkes yolunu yürüyor.
Liman camisini görüyoruz, minaresinde altın rengi motifler var, bir camiden ziyade bir saray mimarisini andırıyor, beyaz revaklar çok uzaktan çağırıyor. Neyse ki cami açık, akşam vakti yaklaştı, namazlarımı kılıyorum. Ahşap işlemeli tavanı, mozaikle kaplı duvarları ve mihrabı ama burası her halükârda yeni bir cami, benim aklım ise ulu camide. Bir camiden çevrilen katedralin yerine yapılan camide.
Ezan sesleri duyuluyor, tamamı tok ve gür sesler, hiçbir müzikal yönü yok, Fas ezanları minareleri kadar güzel değildir, neden güzel değildir, düşünüyorum, önemli kâriler yetiştirmişler, Kâbe imamı yetiştirmişler, dünya birincileri çıkmış aralarından, ama müezzin yok, Maliki mezhebinde tesbihat bireysel yapılır, bu yüzden müezzine ihtiyaç duyulmaz, ondan mı. Ezanları imamlar değil, camilerin görevlileri veya bekçileri okuyor. Merkezi sistem de olmayınca, bazı mahallelerde yarım saat ezan dinleniyor.
Gün batmak üzere, marinaya yürüyoruz, plaj ve sahil tıklım tıklım, herkes ailesiyle sokaklarda, Tanca meydanı şenlik alanı gibi, belediyenin hoparlörlerinden müzik çalınıyor, sokak müzisyenlerinden sandığım şarkılar şehrin resmi hoparlörlerinden yankılanıyor, süs havuzları şarkıların ritmine göre çalışıyor ve sıcaktan bunalan Faslı kadın çocuk ve erkekler ıslanmamaca oynuyor, marinanın ucuna doğru yürüyorum, şehrin en ünlü kafeleri burada yer alıyor, karşıdan mavi cellabiyeli biri geliyor, kıyafetini çok beğeniyorum. Tek parça bir kıyafet değil bu, gömleği, pantolonu ve uzun yeleği olan bir cellabiye, Fas beyefendilerinin asıl kıyafeti bu imiş, benim gün boyunca gördüğüm Afrika’daki yaygın kıyafet buraya özgü değil, bu beyefendinin cellabiyesinden acaba nerede bulabilirim?
Café Paul’de Mağrib çayı içmek için oturuyoruz, zorlukla yer buluyoruz, tüm kafeler tıklım tıklım, Mağrib çayı yani çöl çayı, annemin nane limonundan belki ancak moleküler anlamda ayrılıyordur, yeşil çay ve nane yapraklarını demleyip içiyorlar, Fas’ta hararet ile başa çıkmanın yolu bu imiş. Çaydanlığı biraz yukarıdan tutup boşaltıyorum bardağa, köpürdükçe çayı yapan kişi memnun olduğumu düşünüyor, adet bu şekilde. Mağrib çayı denince daha büyülü bir tat bekliyordum aslında.
Tanca, çoğunluğu Beat kuşağına mensup pek çok sanatçıya da ev sahipliği yapmış. Beckett’ın, Bowles’ın burada yaşadığını öğrendim. Tennessee Williams, Kızgın Damdaki Kedi’yi burada yazmış. William S. Borroughs’un Naked Lunch’ında dekor Tanca’dır. Jake Kerouac, Allen Ginsberg, Peter Orlovesky; kimlerin yolu Tanca’yla kesişmemiş ki. Bowles’ın Tanca’daki izlerini, ki Bowles bugün Fas’ın kültür elçisi olarak anılmasına yetecek kadar emek vermiştir Fas mitlerine ve müziğine, Kentler ve Gölgeler’de Cezmi Ersöz’ün iz sürücülüğüyle takip etmiştim. Eve dönünce Avluda Yüz Deve’yi bir kez daha okumalıyım. Bowles’ın eşi Jane de bir nevi yetenek avcısı gibi, pek çok Faslı yazar ve sanatçıyı keşfederek eşiyle tanıştırmış.
Muhammed Murabit(Mohammed Mrabet) buralı. Bowles’ın arkadaşı aynı zamanda. Bowles’a ilham olan geleneksel Fas hikâyeleri, Murabit’in damarında geziniyorlardı ki Bowles ve onun edebiyat çevresi ile tanışıklığı ile birlikte Murabit’in bugün kitapları en az on iki dilde okunuyor.
Muhammed Şükri(Mohamed Choukri) de Bowles’ın arkadaşı. Şükri, hikâyelerini Fas’ın efsunlu kapılarından değil, Fas’ın açlığı ve yoksulluğu örten kapılarından almış; bütün yaşamının dramatik kronolojisine hâkim olunca, yalnız ekmek için mücadele eden pek çok Faslı kendi öyküsünü onda bulmuş olacak ki çok seviliyor.
Bowles, bugün pek çok Faslı yazarın İngilizce okunmasının hatta belki de diğer coğrafyalara aktarılmasının mimarı. Arkadaşlarının birçoğunun eserlerini o çevirmiş. Fas’ın modern hikâye anlatıcıları sayılabilecek İdris bin Hamid Çarhadi(Larbi Layachi) ve Abdüsselam Bulayiş(Abdeslam Boulaich) de ünlerinin bir kısmını Bowles’a borçlu.
Otele yürüyoruz, bugün on beşinci kilometreyi adımlıyorum, nefis bir otel. Geleneksel bir Mağribî evi gibi dizayn edilmiş, ona göre aksesuarlar yerleştirilmiş, bayıldım, imkanları belki zayıf ama görselliğini sevdim. Bir dahaki gelişimde yine burada kalmak isterim. Bahçedeki hamakta uyuyakalmak isterim. Yarın erkenden uyanıp yola çıkmak isterim.
Hasan Bozdaş | Hece Dergisi 274, Ekim 2019
👏☺️
iPhone’umdan gönderildi