Bir Odadan Dünyaya: Otomatların Marşı

“Ben küçükken yaban keçisiydim / karışmak topluma bir onmaz ihmaldi aslında biliyorsun / çünkü evcil ve medeni olan ne varsa / sürüyordu bir uçuruma gülen ve ağlayan maskeleri”

Tam da toplumun bu gülen ve ağlayan maskeleri içerisinde, yani insanların otomatlaştığı veya çağın otomatı insanlaştırdığı, rahatsız edici bir dünya figürünün oluşturduğu sancıyla tanıyoruz Nergihan Yeşilyurt’u ve bu sancının bıraktığı tiradı.

Yeşilyurt, genç kuşak içerisinde adı sıkça duyulan ve yaptıklarıyla beğeni toplayan bir şair. Hece, Mahalle Mektebi, Hacı Şair, Dergâh dergilerinde gördük şiirlerini, şimdilerde Davud’un İnsanları’nı çıkarıyor. Davud’un İnsanları bir elektronik dergi olarak kısa zamanda iyi bir kitleye ulaştı. Sıkı da bir takipçi kitlesi var, daha şimdiden. Şüphesiz bunda kendisinin payı büyük. Art arda matbu dergilerin çıkarılıp raftan indirildiği, elektronik dergilerin tutunamadığı bir yazın ortamında Davud’un İnsanları’nın beşinci sayısını çıkarması dahi büyük bir başarı.

Otomatların Marşı, geç kalmış bir ilk kitap. Şair hem kendi kuşağı hem önceki kuşak şairleri tarafından takip ediliyor. Bu yüzden kitabı hakkında pek çok şey söylenebileceği düşüncesini taşıyorum. Kitabın Hece Yayınları’ndan çıkmış olması, Hece’nin son zamanlarda genç şairlere ağırlık vermesi ve bunun devamının geleceği beklentisi açısından da önem arz ediyor.

Okuru postmodern görsellerden oluşan bir kapak karşılıyor, bu kapak kitabın ismiyle hatta içeriğin bütünüyle ortak bir kompozisyon taşıyor. Mekanik öğeler, modern motifler ve fantastik düşünler Otomatların Marşı içerisinde ciddi bir zenginlik oluşturuyor. Bu yüzden kapak, kitabı bütünlüyor.

Kitap 106 sayfa ve 2 bölümden oluşuyor. İlk bölüm ‘Nûn’. 23 şiir var bu bölümde. Nûn harfi, şairin adına selam vermesi üzerine seçilmiş gibi duruyor. Nitekim iki ayrı şiirin ismi bu konuda ipucu veriyor: ‘N Var’ ve ‘N Yok’. Kitabın ikinci bölümünün ismi ise ‘Elveda Boynu Vurulmuş Güneş’. Bu bölüm 4 şiirden müteşekkil. Kitabın son şiiri, Hiç Günlük, bir nesir-şiir çalışması. Adı gibi günlük şeklinde yazılmış ve bu hâliyle kitabı tamamlıyor.

Şairin şiir dilinin bir kavramlar kutusuyla dolu olduğunu, dizelerinin sık metin örgüsüyle dizildiğini, imgelerinin iyi bir işçilik taşıdığını söyleyebiliriz. Nitekim kafasında tasarladığı dünyayla tanıştık ve arada yoğunluktan yolu kaybettik. Bu da şairin biricikliğini veyahut kendine özgü bir dil kalesi oluşturduğunu gösterir “Akvaryumda yolculuğa çıkar gibi / taklit gibi her yerimizde / dökülüyor belletilmiş replikler.”

Kitaba baktığınızda, tüm şiirlerinde, Hiç Günlük ve diğerlerinin içerik ilişkisi dâhil, bir bütünlük olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Buna iki yönüyle bakmak gerekir. İlk olarak şiir dili, bütün şiirlerinde benzer frekansı yakalamış. Birkaç şiir sonra, imgeler ve dize kırılmalarının ardından şiir dilini benimsiyorsunuz. İkinci yönü ise kitabın içerik bütünlüğü. Bu konudaki, kitaptaki şiirlerin diğer şiirlerle içerik ilişkisi içinde olmasını gerekli gören genel kanıya pek katılmıyorum: Neticede bir romandan değil şiir kitabından bahsediyoruz. Otomatların Marşı salt bu kompozisyonla hazırlanmamış elbette, buna rağmen benzer duygu-durumların veya düşünsel zirvelerin neticesinde ortaya çıkan şiirlerden oluşuyor.

Aşk, coşkunlukla değil çoğunlukla tedirginlik ve hüzünle, kitabın geneline yayılmış bir tema: “İkimizden biri dudağının iki ucunu dikiyor / gözlerin kurutulmuş lavanta, yasemen, iris” İzin verildiği ölçüde ancak sevinebileceğini biliyor şair, bu yüzden kırılgan dizeler içerisinde kırılgan bir kitap çıkıyor karşımıza: “Benim dilde sıralama sorunum var/ yeniden başladım karşılıksız aşka.”

Şairin belli imgeler etrafında çok sık döndüğünü görüyorum. Beyaz, apartman, kuş, dikmek/dikiş, nehir, anne, gülüş, şiir, kalem. (Şiir/şair imgesinin şiirlerde ağırlıkla kullanılmasına çok sıcak bakmasam da…) Ama kitap bittiğinde, bu imgelerle birçok dize ayakta kalıyor ve konuşuyor. “Bilmez miyim / sana doğru akışı var nehirlerin / başka türlü yoramıyorum içimdeki sıkıntıyı.” Şiirler aynı kumaşlardan işlenmiş olsalar da farklı modellere bürünüyorlar. “Çünkü güneşe doğru gülümseyen kimse yok / bronz heykellerden başka”

“Uzun zamandır içimde upuzun bir klişe yağmur / neyin açtığını söyleyeyim mi sana / tek başına gökyüzü kimin umurunda ki?” Otomatların Marşı içinde insan dikişleri, beyaz yaralar ve altından nehirler akan apartmanların anlatıldığı bir kitap. Bu da bir başkasının öyküsünün şiirlenemediğini gösteriyor aslında. “Kadın başına” olduğunu görüyoruz şairin kitabı boyunca, zaten kitabını da annesi nezdinde kadınlarına ithaf etmiş. Kitaptaki fantastik öğeler, ancak bir odaya sığdırılacak kadar. Çünkü bir odaya sığdırıyor her şeyden önce şair kendini. “Üzgünüm / odalara yerleştiriyorum kendimi / bir odadan bir odaya trenler icat ediyorum.” Ama odası dışındaki dünya bildiğimiz dünya, annesi bir anne. Apartmanı apartman türünden ve ağaçla konuşamayacağının farkında. Tüm bunları çıkarırsak insanlar gerçekten de maskeli. Oysa odasından bakınca insan maskelerini göremiyorduk. Odasından çıkınca, şair çocuk kalmak istiyor. İşte kitaptaki asıl yoksulluk da bu: “Sensin, çocukluk ve her nasılsa kimse yok.”

Şair odasından çıkınca şöyle bir dünya kalıyor, geleceğe kalmasını umduğum şu kitaptan: “Bir sabah / ceviz saydım, kedi saydım, kendimi saymadım / annem çeyiz dizmeye babam emekli çalışır mıymış diye / sızlanmaya devam etti”

Hasan BOZDAŞ | Star Kitap

 

Bir Odadan Dünyaya: Otomatların Marşı” için bir yorum

Bir yorum yazın...

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s