Şöyle bir pasajı var Camus’un, “What gives value to travel is fear. It is the fact that, at a certain moment, when we are so far from our own country … we are seized by a vague fear, and an instinctive desire to go back to the protection of old habits … this is why we should not say that we travel for pleasure. There is no pleasure in traveling, and I look upon it more as an occasion for spiritual testing … Pleasure takes us away from ourselves in the same way as distraction, in Pascal’s use of the word, takes us away from God. Travel, which is like a greater and a graver science, brings us back to ourselves.”[1]
Özetle, “Yolculuk, bizi kendimize geri getirir.”
İşte biz bu yolculuğa üç kişi çıktık ama ben sadece kendimden bahsedeceğim. Kendimi geri getirmek için, rüya izlerimin peşi sıra yürüdüm: İskandinavya. En bi sevdiğim.
- Gün
İstanbul Sabiha Gökçen Uluslararası Havalimanı’ndan 11:10 gibi ayrılması gereken uçağımız yaklaşık 2 saatlik bir rötarın ardından Kopenhag Havalimanı için kalktı. Dar koltuk aralığıyla tatsız tuzsuz uçtuğumuz firmamıza isim buldum, uçan minibüs seyahat. 3 küsur saat sürdü yolculuk. Aslında Kopenhag için çok da hevesli değildim, gitmesek de olur havasındaydım. Bir an önce İsveç ve Norveç’i görmek istiyordum. Uçak, Kopenhag için alçalmaya başladığında fikrim değişti. Bir tarafta Malmö, bir tarafta kanallarla bölünmüş Kopenhag, yemyeşil bir coğrafya, iki şehri bağlayan Oresund Köprüsü, adalar, adacıklar, Baltık… “Ben nereye düştüm.” der gibi oldum önce, müthiş bir panorama yer alıyordu uçak penceresinde ve biz bu güzelliklerin üzerinde iki sorti yaptıktan sonra, iniş sırasındaydık.

Pasaport kontrolü baştan savma yapıldı, sakallı bir polis memuru “Vizeni göster.” dedi, daha bakmadan mührü vizenin olduğu sayfaya vurdu ve artık Kopenhag’daydım. Havalimanından şehir merkezine üç farklı araçla ulaşılabiliyordu, ben treni seçtim. Kısa bir şokun ardından nereden bilet alabileceğimi bulup trene atladım. Gelmeden, şehir içi ulaşımla ilgili bir araştırma yapmadığıma üzüldüm, neredeyse hangi durakta ineceğimi dahi bilmiyordum. Hindu sandığım bir genci gözüme kestirdim, nasıl olsa o da yabancıydı, -bizdendi-, otelin adını söyledim, “Nerede inmeliyim?” dedim, “Büyük garda in.” dedi, ya da ‘merkez istasyon’ ya da nasıl çevirmemiz gerekiyorsa dilimize. Teşekkür ettim, “Hindistan’ın neresindensin?” dedim, muhabbet etmek istiyordum, “Suriye.” dedi, utandım, “Kusura bakma.” dedim, gülümsedi, “Burada ne yapıyorsun.” dedim, çalışıyormuş, “Ne kadar zamandır?”, “1 yıl.”, “Ailen?” İki elini kaldırıp açtı, “Eyvallah.”. “Ben de Türkiye’den geldim.” dedim üzerine, “Anlamıştım.” dedi, istasyona gelmiştim o sırada, el sıkışıp ayrıldık.
İndim inmesine de trenden, bu kez de hangi taraftaki çıkışa yöneleceğimi bilmiyordum, birkaç dakika Kopenhag şehir planı, Google Maps ve navigasyon arasında beyin jimnastiği yaparken, elindeki destekle yürümeye çalışan 60 yaşlarında bir hanımefendi yaklaştı yanıma, “Yardımcı olmamı ister misin?” dedi, nasıl istemezdim, otelin ismini ve adresini gösterdim, nereden çıkacağımı, nereye yöneleceğimi ve nereyi de görmeden bu şehirden ayrılmamam gerektiğini bir güzel anlattıktan sonra, “Türk müsün?” dedi, “Evet.” dedim, “Türkleri çok seviyorum.” dedi, “Ben de sizi sevdim.” dedim, el sallaştık, gardan ayrılıp kadının tarifine uygun şekilde yürümeye başladım.

Oteli[2] bulana kadar çevreme bakmaktan hiçbir trafik kuralına uymadım, nasıl olsa arabalar çarpmayacağı için ve korna çalma gibi bir alışkanlıkları da olmadığı için, hatta şehirde araba denen şey çok az bulunduğu için caddenin ortasından yürüyerek otele ulaştım. Resepsiyonda kaydımı yaptırdıktan sonra Nyhavn Kanalı’na nasıl gidebileceğimi sordum, tarif etti resepsiyonist genç, elime iki tane şehir planı da tutuşturdu, gardan ve havaalanından aldıklarımla 5 tane olmuştu, “Sabah kahvaltısına geç kalmayın.” dedi ve İstanbul’un çok güzel bir şehir olduğunu ekledi.
Şirin, penceresi geniş, manzarası ana caddeye bakan, bir çalışma masası olan güzel bir odam olmuştu, tek kullanımlık terliklerden yoktu, televizyonu karıştırdım, İngilizce tek bir kanal bulamadım, ben de dışarıyla ilgilendim, dikkatimi ilk sokak lambaları çekti, tavana asılmışlardı, çok hoşuma gitti, biraz dinlenip dışarı çıkmalıydım. Yarın öğleden sonra Karlskrona’ya geçmem gerekiyordu, o saate kadar şehri bitirmeliydim.

Henüz daha Türkiye’deyken, gideceğim şehirlere ilişkin bir rehber hazırlamış, görülmesi gereken yerleri not almış, şehirlerarasındaki ulaşım ve konaklama için rezervasyon yapmıştım. Kopenhag’la ilgili olarak benim için en önemli şey Nyhavn Kanalı’nı görmek ve gerekirse bir kanal turu yapmaktı. Rosenborg Şatosu’nun de içinde yer aldığı büyük ve güzel bir parka girdim, Rosenborg Bahçesi, sonra Botanik Bahçesi. Birçok insan sıcak havanın tadını çıkarmak için dışarıdaydı, gruplar halinde oturuyorlardı, bir süre onları izleyip kanala yürüdüm.

Nyhavn, hayal ettiğimden daha güzeldi. Rengârenk eski yapılar, tekneler, muhteşem bir atmosferdi. Etraftaki kafeler tıklım tıklımdı. Kanalın etrafını yürüdüm, Nyhavnbroen’in üzerindeki parmaklıklara asılı yüzlerce kilit gördüm, sanırım çiftler aşklarının bir sembolü olarak bu kilitleri kanalın ucundaki köprünün demirlerine takıyorlardı, bütün dünya başkentlerinin kadim bir geleneği olsa gerek.

Bu sırada ara sokaklardan birinde yemek yiyebileceğim bir Arap lokantası buldum, döner yapıyordu, adam benden daha iyi Türkçe konuşuyordu üstelik. Bir süre muhabbet edip yemeğimi yedikten sonra saat 19:00’daki kanal turuna yetiştim.



Kopenhag kanalları arasında, yaklaşık 1 saat süren muhteşem bir tekne turu yaptık. Muhtemelen bu turu yapmamış olsaydım, Kopenhag’ı görmüş sayılmayacaktım. Rehberimiz, gördüğü her binanın ismini, cismini, tarihini hem Danca hem İngilizce söyledi, ilgiyle dinledik. Kopenhag Operası, kiliseler, saraylar, müzeler ve sonlara doğru Küçük Deniz Kızı Heykeli. Bu esnada daracık ve alçak onlarca köprünün altından geçtik, tarihi binaları yakından görme imkânımız oldu. Gün batıyordu ve Nyhavn’da çok güzel fotoğraflar çektim. Tekne turu da çok neşeli geçti, rehberimiz espritüeldi, yolcularda da anlamsız bir neşe vardı, herkes herkese el sallıyordu, binaların yanından geçiyorduk insanlar bize el sallıyordu, köprülerin altından geçiyorduk, köprüdekiler…



Turun ardından biraz alışveriş yapıp otele geçtim. Su ve çerez almak için girdiğim markette Hayat Su görünce hem şaşırmış hem de gülmüştüm, neden, çünkü Avrupalılar su satmıyorlardı, mineralli su satıyorlardı, musluk suları berrak ve içilebilir olduğundan satma ihtiyacı duymamışlardı, oteller banyoya bardak bırakıyorlardı bu yüzden, bu arada markette Hayat Su var diye fiyatı 50 kuruş değildi tabi ki, 23 kron falandı, bölü 2, en az 10 tl. Mineralli su 7 krondu. (Birine, “Bir su içebilir miyiz karşılıklı?” diyebilirsiniz yani 🙂
Danimarka’nın para birimi Kron olmasına rağmen, şehirde Euro yaygın ki benim için büyük nimetti bu, gezimizin İsveç ayağında bu konuyu şikâyet konusu yapacağım için şimdilik susuyorum.

Otelde biraz dinlendikten sonra, kahve içmek için tren garının bulunduğu konuma doğru yürüdüm, saat bayağı ilerlemişti, sokaklarda evsizler yatıyordu, hepsinin önünde istisnasız kahve bardağı vardı, insanlar mekânlara kapanmıştı, Espresso Cafe kapanmıştı, başka bir kafeye oturdum, yaklaşık 15 dakika görevli benim haricimde bütün masalarla ilgilendiği için Dan kahvesi içmeden kalktım, küfürler eşliğinde otele yürüdüm.
O gün için şehirle alakalı bazı tespitlerim oldu. Öncelikle mimari muhteşemdi. Binalar eski ve estetikti, taşların dili var dedikleri bu olmalıydı. Yapıların çekiciliği, kendine özgü bir havası vardı, özenilerek yapılmıştı. Şehirciliğimizi yermek için çok fazla fırsatım oldu. Kendimizi betona ve cama hapsettiğimizi gözlemleme imkanımız oldu. Neredeyse sokak lambası veya trafik lambası direği yoktu, tamamı caddenin ortasında bir tel vasıtasıyla yukarıdan sarkıyordu, gözüme çok hoş görünmüştü. (Eskilerimiz bize saray, cami, kervansaray bırakmış olabilir, ama şehir eksiğimiz var. Madem ki eskilerimiz bırakmadı, biz geleceğe kimlik sahibi şehirler bırakalım. Dünyanın en müreffeh ülkeleri, örnek aldığımız ABD, Çin, Japonya ya da diğer gökdelen ülkeler değil. Buralar. İskandinavya yani. Gökdelenler olmadan da, yaşanabiliyormuş. Madem ki betonla birlikte yaşamamız gerekiyor, betonlarımıza kişilik katalım, 50 yıllık değil 500 yıllık ömrü olan yapılar yapalım. Ama bir medeniyeti temsil etsin. Bir karakteristiği olsun.)
Yine istisnasız, her caddede her sokakta bisiklet yolları vardı. Her yön müsaitlik durumuna göre üçe ayrılmıştı. Araç yolu, bisiklet yolu, yaya yolu. Bisiklet yollarında yön levhaları ve kilometre bilgisi vardı, tabi biz alışkın değiliz, nizami şekilde herkes bisiklet kullanıyordu, trafik yoktu, toplu taşıma araçları boş sayılırdı, haliyle trafik gürültüsü de yoktu. Buraya yerleşmeliydim.
Parkları oldukça bakımlıydı. Yeşilin tonu bile farklıydı. Havanın güzel olmasından gerek, Rosenborg Bahçesi çok kalabalıktı, genç yaşlı herkes parka gelmiş çimenlere yayılmıştı. Ağaçlar yaşlıydı, belki yüzyıllık ağaçlar vardı. Kopenhag, her eve en fazla 15 dakikalık yürüme mesafesinde bir park olmasını prensip haline getirmiş, bu yüzden her yerde park görebiliyorsunuz. Şehrin merkezi noktalarından birindeydi otel. Belediye ve tren garına 10 dakika yürüme mesafesindeydi. En az 4 tane park da, 10’ar dakikalık yürüme mesafesindeydi.

Sokaklarda kapitalizm yoktu, ünlü markaları çok az görüyordunuz, hatta neredeyse hiç. Her dükkân nevi şahsına münhasır. Ama şehir gerçekten pahalıydı, tabi bu bizim para birimimize göre, yoksa kendileri gayet refah içerisindeler ve asgari ücret 1300 tl değil. Kopenhag için rast geldiğim bir kısım fiyatlar, su 10 tl, otobüs bileti 15 tl, en ucuz yemek 50 tl gibi bir rakam. İkiyle çarptığınızda da yaklaşık DKK karşılığını buluyorsunuz.
İnsanların trafik kurallarına azami dikkat etmesi çok hoşuma gitmişti. Yaya, bisiklet ve araç yolu arasında yükseklik farklı olduğundan kimse kimsenin yolunu işgal etmiyor ve ışıklar ihlal edilmiyordu, ben hariç. (Yaya yolundan çok bisiklet yolunu kullandığım ve karşıya geçişler için yaya geçidini kullanmadığım doğrudur.)
Caddelerde ara ara Türkçe konuşanları da duydum. İnsan bir çay ocağı aramıyor değildi.
Uykuya çekildim.
- Gün
Aslında bu taraflara gelirken en çok korktuğum şey bu sabah başıma geldi, ben ne yiyecektim? Kahvaltı için otelin restoranına indim, açık büfe servis vardı, onlarca çeşit kahvaltılık içerisinde güvenle yiyebileceğim birkaç şey: kaşar peynir, delikli peynir, örüklü peynir, beyaz peynir, domates, salatalık ve yoğurttu. Geri kalanıyla tanışmıyordum, mesela zeytin diye bir şey yoktu, dört beş çeşit meyveli yoğurt ve gevrekler vardı, kızartılmış bir şeyler vardı hala ne olduğunu bilmiyorum, zorlama bir kahvaltı yaptım yapmasına da açtım. Üstelik yiyeceklerin ismi Danca yazıyordu, her şeyi de teker teker görevliye soramayacağıma göre.
Kahvaltıdan sonra tekrar dışarı çıktım. Çevrede biraz dolaşacak, Tivoli Bahçeleri’ni görecek sonra da istasyona gidip Karlskrona’ya giden trene binecektim.
Önce Kopenhag City Hall’i görmeye gittim, belediye binası, biz müzeyi gezerken içeride çalışan memurlar vardı, güzel bir yapıydı, sanıyorum zamanında kraliyetle alakalı bir takım işlerde kullanılmış. Geniş bir avlu ve her tarafta Danimarka flamaları vardı, ayrıca Hans Christian Andersen’in bir heykeli ile bir saat müzesi de bina içerisindeydi. (Saat müzesinde, Jens Olsen’in Dünya Saati olarak geçen büyük bir saat de sergileniyor, aşağıda hem önden hem arkadan fotoğrafı mevut. Ayrıca duvarda hesaplamalar da vardı. Kendisi, 1800’lerde yaşamış bir saat ve kilit ustası imiş. Tabi çok fazla ilgimi çekmediği için kendimi binanın mimarisi ile meşgul ettim.) Binanın City Hall olduğunu Google Maps’ten öğrendim, neden, çünkü tek bir tane İngilizce bilgilendirme yazısı yoktu, turist istemiyorlar anladığım kadarıyla başka bir açıklaması olamaz bu özensizliğin.
Belediye binasının bulunduğu meydan çok estetikti, hemen yanında başka bir estetik güzellik Hotel Scandic, ikisinin ortasında heykeller, heykeller, heykeller…


Uzaktan kulesini gördüğüm ve saray olduğunu düşündüğüm bir yapının bahçesine girdim, askerler nöbet tutuyordu ve birçok turist bulunmaktaydı. Kendisi Christiansborg Sarayı imiş. Parlamento, başbakanlık ofisi, temyiz mahkemesi buradaymış. Ayrıca şapel, kraliyet ofisi, tiyatro, binicilik alanı, köşkler… Kendisi oldukça fonksiyonelmiş, ne arasanız varmış içinde yani.


Kopenhag’ın şöyle bir yanını sevdim ki, hiç bilmememe rağmen gördüğüm her sokağa daldım ve hiç, kaybolacağım korkusu da yaşamadım. O kadar güven veriyor şehir. Küçük, planlı, sakin. Tek olumsuz yanı, saat 11:00’den önce müze vs. yerler açılmıyor.
Çevredeki sokakları gezmeye devam ettim ve bir bit pazarıyla karşılaştım, bir daktilo ilgimi çekti, 700 krona satılıyordu ama alfabesi İngilizce ile bile uyumlu değildi, sürem daraldığı için oradan da ayrılıp Andersen Masal Evi’nin yolunu tuttum. Kısa bir süre sonra orada da oyalandıktan sonra Tivoli Bahçeleri’ne girdim.

Tivoli Bahçeleri şehir merkezinde ve yüzlerce bitki çeşidinin olduğu restoran, eğlence ve botanik parkı. İçinde bir lunapark alanı da bulunmaktaydı.







Tivoli’den sonra caddenin karşısında bulunan merkez gara tren bileti bakmaya gittim. Bilet satış bankolarını öyle bir salona gizlemişler ki. (Bu arada Copenhagen Central Station bizim bütün havalimanlarımızdan daha güzel, treni çok kullandıkları için garları önemsiyorlar, bilgilendirme az ama görevliler yardımcı oluyor, her şeyi bulabiliyorsunuz ve bizdeki gibi markette 50 kuruş olan su orada 4 tl değil. Dışarıyla pek fiyat farkı yok ürünlerde. Kruvasancılar, donutçular… Her şey bulunuyor.)
Önce para bozdurmak için Exchange ofisine gittim, adam parayı bozup “Tack.” deyince, ister istemez “Eyvallah.” dedim, çıkıp bilet gişesine girdim, çok kalabalıktı, insanlar numaratörden numara almış sıra bekliyordu, önümde en az 50 kişi vardı, yaşlı bir adamın yanına oturdum, oturmaz olaydım, selam verdi ve başladı İngilizce muhabbete, kendi kendine gülüyordu, bir ara numaralar üst üste gidince “Ooo, maşallah Usain Bolt gibi akıyor.” dedi, gülümsedim, boş boş konuşmaya devam etti, yaklaşık 10 dakika sonra numaralar tekrar hızlanınca, “Senin Usain Bolt geldi.” dedim, adam “Anlıyormuşsun.” dedi, “Anlıyorum tabi.” dedim kibarca, sonra telefonum çaldı, konuştum, adam “Hangi dilde konuştun, bu Arapça değil.” dedi, “Türkçe.” dedim, bu defa da Türkiye bahsi açıldı, 15 Temmuz’da yaşananlardan korktuğunu söyledi, “Sizin için çok ürkütücü bir tabloydu.” dedi, başka şeyler de söyledi cevap beklemeden ve hayat kurtaran o numaramatik sesi.
12:20’de kalkması gereken tren seferimin iptal olduğu anonsunu duydum, tren firmasından hiç kimseyi platformda göremeyince polis memurlarından yardım istedim, Karlskrona’ya nasıl gidebileceğimi öğrenmek için. Önce Malmö’ye gitmemi, oradan mutlaka tren bulabileceğimi söylediler. Ben de gelen ilk Malmö trenine bindim. Şimdi onlarda şöyle bir husus var, belli bir güzergahın saatine bilet almıyorsunuz. Belli bir tarih için belli bir güzergâha bilet alıyorsunuz. Yani ben bugün bilet aldım ama 13:00’teki trene binmek zorunda değilim, gece 23:00’te de tren varsa binebiliyorum, zaten firma da tek. Malmö de yol üstü olduğu için, hiçbir sıkıntı yaşamadan elimdeki biletle trene binebilir, Malmö’de inebilir ve gün içerisinde Malmö’den geçen dilediğim Karlskrona trenine binebilirim.
Trenimiz, Malmö’ye doğru hareket etti. Dün havadan gördüğüm Öresund Köprüsü’nün alt katından geçerek-üst kat araçlar içindi- ülke değiştirdik.
Malmö İstasyonu’nda indim, Karlskrona trenine daha 1 saat vardı, gardan çıktım, biraz çevreye göz attım, Malmö de çok güzel görünüyordu, tren saati yaklaşınca geri döndüm, bu arada terminallerinde herhangi bir güvenlik önlemi olmadığı için rahatça girip çıkıyor hatta ülke değiştiriyorsunuz.(Havaalanları da aynı şekilde. Sadece uçağa binerken aranıyorsunuz.) Sonra da Avrupa da nasıl bu kadar terör olayları oluyor falan filan.
Nihayet tren geldi, 4 saat boyunca dışarıda sadece yeşil ve mavi tonları gördüm. Hiç dağ yoktu rotamızda, İsveç’te sahiden dağ yok muydu, bizim uzun güzergâhımızda hep ovalar, göller, kulübeler, köyler… Bu doğa bizde olsa ne orman yangınları ne deluxe siteler ne villalar yapılırdı, emlak kralı olurdum dedim, adamların denize sıfır onlarca köyü vardı.

4 saatlik yolculuğun ardından Karlskrona İstasyonu’nda indim. -Buraya düğün için geldim.- İlk izlenimim, çok şirin bir şehirdi. Otelim, Scandic Hotel, Baltık kıyısında çok güzel bir oteldi, manzaram muhteşemdi. Bütün manzaramızı adalar oluşturuyordu. Eşyalarımı odaya yerleştirdikten sonra, bize kısa bir şehir turu attırdı damat bey ve arkadaşı, önce şehri yukarıdan gören bir tepeye çıktık, sonra İsveç’in turizm sembolü Brandaholm evlerini görebileceğimiz bir yere geçtik, o sırada dünyanın en güzel gün batımlarından biri yaşanıyordu ve arabayı durdurup gün batımını çekmeye koştum. Bu esnada İsveçle ilgili uzun uzadıya konuştuk. Burada avukatların oldukça itibarlı ve statü sahibi olduğunu ve iyi kazandığını öğrendim, avukatlar aynı zamanda noter gibi de çalışıyorlarmış. Dolayısıyla sadece noter işlemlerinden çok ciddi bir gelir elde ediliyormuş. Aklıma bir cin soktular bu şekilde. Ülkede asgari ücret 16.000 İsveç kronuymuş, işsizlik parası da 15.000 kronmuş. Su, devlettenmiş. Elektrik, bedava gibi bir şeymiş. Yani herkes ekonomik olarak halinden memnunmuş, kiralar yüksekmiş ama. (Burada para birimlerinin değer farkını tartışacak değilim ama asgari ücretin yaptırım gücünü tartışmak isterim. Türkiye’de 1300 TL ile yapılabilecek şeyler ile İsveç’te 15.000 kron ile yapılabilecek şeyleri sosyal devlet açısından irdelemek gerek.) Doğal güzellikler de üzerine eklenince, Bozdaş Hukuk Bürosu’nun Karlskrona şubesini açmayı düşünmüyorum değil.





O gece, gelin hanımın ailesinin evine tanışmaya ve yemeğe gidecektik. Ertesi gün ise düğün vardı. Şoförümüz, ormanın içinden geçerken, aracı yavaş kullandığını çünkü yola her an geyik fırlayabileceğini söyledi, çok güzel değil mi, fırlasaydı da görseydim aslında. Bu sırada damat, Karlskrona’dan bahsediyordu. (Arabada Besnili Haydar çalıyordu.) 40.000 kadar nüfus varmış, İsveç’in turizm cennetiymiş, şehirde 15 kadar Türk yaşıyormuş ve bunlardan sanırım 13-14’ü, Alanya’da Karlskronalı bir kızla tanışıp arkasından işi gücü bırakıp gelen kişilermiş. –Kendisi dâhil.-

Gelin hanımın ailesi, şehre 20 km uzaklıktaki Torhamn isimli kasaba/köy karışımı bir yerde yaşıyor. Sınıflandıramıyorum çünkü yol boyunca sürekli evler var ve nerenin bağımsız bir yerleşim alanı oluşturduğunu anlamıyorsunuz. Torhamn büyük bir köy, kilisesi, barı, pizzacısı ve marketi, her bir şeyi var. Hatta o pizzacı bize yarın için lahmacun yapacak, hayır pizzacı Urfalı değil, Torhamnlı. Tarifi damat vermiş.
Misafir olduğumuz ailenin müferreh müstakil evine gittik, sıcak bir aileydi, bize taco yapmışlardı, masada içecek olarak aromalı sular vardı, bizim sodalardan daha yumuşak, kola yerine ananaslı su içiyorlardı misalen, soda sevmeyen biri olarak bir iki denemeden sonra mecburen alıştık.
Yemekten sonra uzun uzun sohbet ettik, evin babasına misafirperverlik için teşekkür ederken cevabı anneden almamızı da tarihe not olarak düştük. –Bunlar babaerkil değil.- Biz otururken, camdan içeriye hayatımda gördüğüm en büyük iki arı girdi, içeridekiler biraz panik oldu ama cidden o arılardan birinin bizi sokması durumunda muhtemelen ciddi bir rahatsızlık geçirebilirdik, kısa bir süre sonra arılar öldürülünce pencereler kapatıldı. Bu kez öldürülenler kadar büyük 4-5 arı camın dışında intikam ateşiyle belirdi, ürperdim, bilimkurgu filmlerinde gibiydim.
Dönüş yolunda da hiç geyik görmedim, uyudum.
- Gün
Güneşin doğmasına yarım saat kala uyanıp fotoğraf makinamla dışarı çıktım. Önceki gün çok yorulmuştum. Şimdi ise Baltık’ta güzel bir gündoğumu çekmek için uygun bir yer bulmalıydım. Hava aydınlıktı. Caddeler bomboştu. Brandaholm’a doğru yürümeye başladım. O sırada gün de doğmaya başladı. Onlarca fotoğraf çektim, Brandaholm’e en yakın iskeleye geçtim, civardaki başka bir adaya da, eski bir köprünün üzerinden geçtim, oradan da İsveç evlerini çektim fakat her nedense istediğim açı ve ışığı bir türlü yakalayamadım. Elbette uyandığıma ve gittiğime değdi ama işe yaramasını arzu ederdim. Yaklaşık 1 saat kadar oyalandıktan -herkesin evinin önünde kendi iskelesi, herkesin iskelede bir sandalyesi ya da iskemlesi vardı, ben de iskeleden iskeleye koşup en iyi fotoğrafı çekmek üzere…- sonra otele doğru yürümeye başladım. Dışarıda tek tük insanlar belirmişti. Otelimize varmak üzereydim, sadece karşıdan karşıya geçecektim, bu sırada 150 metre kadar ileriden bir otomobil geliyordu, hızı oldukça yavaştı. Ben çok rahat geçebilirdim, geçmedim, bu sırada otomobil herhangi bir ışık vs. olmamasına ve benim kendisine yol verdiğim aşikâr olmasına rağmen yaya geçidinin önünde durdu ve içindeki kadın gülümseyerek geçmemi işaret etti. Şimdi ben bu kadına ne demeliydim, ülkemin şu nezakete ulaşması ne kadar zaman alırdı acaba. (Bu arada şehir o kadar yeşildi ki, her yerde sivrisinek çeteleri dolaşıyordu, hayatımda bu kadar haşeratı bir arada görmedim, her yer sivrisinek, böcek ve bilimum uçan nesneler…)




Otele geçtim. Kahvaltımı yaptım ardından damadın arkadaşı beni Torhamn’a götürmek üzere geldi. Gelin evinde küçük bir hazırlık vardı, saat 13:00’te de misafirler gelecek ve nikâh kıyılacaktı. Bu sırada gelin ve damat, düğün fotoğrafı çekmek üzere deniz kenarına gideceklerdi. Bende de onların düğün fotoğrafçısı olabileceğimi söyledim, çok mutlu oldular, köylerine yakın sahile gittik, fotoğraflarını çektim, saat tam 13:00’te gelin evindeydik.


Bir duvara kalp şeklinde çiçek aranjmanı asılmıştı. Nikâh, önünde kıyılacaktı. Gelin hanımın ki kendisinden artık Annie diye bahsedeceğim, bahçesinde yaklaşık 30 kadar şık giyimli misafir vardı. Kuzenleri ve iş arkadaşları olduklarını öğrendim. Nikâh müziği çaldı, kadın nikâh memuru nikâhı kıydı, o sırada anne, teyze ve arkadaşlar deterjanlı suyla baloncuk yapıp gelin ve damadın üzerine üflediler.



Urfalı Kadir ile Karlskronalı Annie evlendiler. Düğünlerinde lahmacun ikram edildi. Misafirlerle birlikte lahmacun ve kol böreği yedik, börek çok lezzetliydi, lahmacun dediğim de kıymalı pideydi, damat lahmacunun tarifini bilmiyordu, misafirler bayağı beğendiler, Annie’nin annesi, “Müthiş bir Türk yemeği.” diye takdim edince kıymalı pideyi, gülme krizine girecektim. Bu sırada alkollü içki içmeyenler için enerji içeceği falan ikram ettiler, hiçbir şey içmedim, ama düğün yeri çok hoşuma gitti, herkes keyifliydi, güzeldi ortam.
Bahçedeki seremoniden sonra, köyde bu tür organizasyonlar için bir mekân olduğunu, yemek ve eğlenmek için oraya geçileceğini öğrendim. Oraya gidilen yolda, alt tarafı 150 metre uzaklıkta, bazı çitlere, duvarlara kâğıtlar asılmıştı. Kâğıtlarda gelin ve damat hakkında sorular vardı. Yol boyunca misafirler kâğıtlara bakıp soruların cevaplarını not almaya çalışıyordu, hatta bir ara gelinin arkadaşları damadı sıkıştırdılar. Kadir sen nerede doğdun, en sevdiğin yemek ne falan filan… Gideceğimiz yerde en çok doğru cevabı kim vermişse kazanan o olacaktı.
Yaklaşık 30 kişilik, geniş iki masa hazırlanmıştı. Herkesin oturacağı sandalye belirlenmiş, bir kalpli isim kâğıdı, bir kitapçık, çatal ve bıçak duruyordu masa üzerinde. Kitapçığı karıştırdım, gelin ve damat hakkında bilgiler, fotoğraflar, teker teker her davetlinin ismi ve kısaca bilgileri, oyunlar, şarkı sözleri…
Çok hoş hazırlanmıştı her şey. Hoş geldiniz konuşması yapıldı, sinevizyonda Kadir ve Annie’nin fotoğrafı vardı. Yemekler hazırdı. Birçok Türk ve İsveç yemeği açık büfe olarak duruyordu. Hiç domuz eti kullanılmamıştı nezaketen fakat alerjen olabilir diye yemeklerin üzerine bayrak konmuştu. Sadece Türk bayrağı, Türklerin rahatça yiyebileceği, sadece İsveç bayrağı da İsveçlilerin yiyebileceğiydi. Hem Türk hem İsveç bayrağı olanları herkes yiyebilirdi. Diğer uyarılar ise alerjiyle alakalı konmuştu.
Farklı içecekler, meyveler, pastalar… Menü gerçekten genişti. Bu sırada bir tespit yaptım. İsveçlilerin baba tarafından ataları Zaza, anne tarafından ataları ise Kayserili olabilirdi. Soğan ve sarımsağı çok tüketiyorlar, yemeklerinde hamur işine ağırlık veriyorlardı. İsveçlilerin biraz kilo problemi vardı. (Şunu da söylemek gerek, yemeklerin neredeyse tamamını Annie’nin teyzesi yapmış. Servisi ve hizmeti anne, baba ve teyze yaptı. Fotoğrafını çekmedim ama harikulade bir pasta vardı-iki dilim yedim, o kadar güzeldi- onu da Annie yapmış. Yani gidip düğün salonu kiralayalım, 10 katlı düğün pastası yaptıralım, en iyi fotoğrafçıyı getirtelim falan, hayır, biz kapitalist onlar mütevazı.)



Tabağımı doldurdum ama damak tatları bana çok uygun değildi. Yemekten sonra eğlence başladı. Aileler arkadaşlar çıkıp konuşmalar yaptılar ağlayarak, gülerek, nötr durarak, şiirler okudular, oyunlar oynadılar, şarkılar söylediler, İsveççe bana küfretmiş bile olabilirler çünkü hiçbir şey anlamıyordum. Kitapçıkta birçok oyun vardı. Değişik değişik oyunlar oynayarak kaybedenlere cezalar verdiler, gelin ve damada masal anlatmak, sinemaya götürmek, maça götürmek, yemeğe götürmek, evlerini temizlemek vs. gibi.
Mesela sunucu 10 arkadaş belirledi oyunu oynayacak, sahneye çıktılar, sonra sunucu “Kravatlı birini sahneye getirin.” dedi, yarışmacılar hemen kravatlı birinin kolundan çekerek sahneye çıkardılar. “Çocuklu birini getir.” dedi, tabi ki beni seçmediler, sonra başka başka… Ya da defterde bir checklist vardı, mesela gelin gülümserse, bardak kırılırsa, damat pastanın tadına bakarsa, vs. vs. tik atılıyor ve ilk bitirdiğini ilan eden kazanıyordu. Arada, defterde sözleri yazılı bazı şarkılar koro halinde okundu.
Düğünde geriye kalan Türklerle de tanıştım, Alanya-Karlskrona istatistiğini teyit ettim. Gelin hanımın arkadaşları ve akrabaları da Antalya’da tatil yapmış insanlar. Başta hiçbiri yanıma gelmedi, Türkler İsveçlilerin çok utangaç olduklarını söyleyince ben gittim yanlarına, çok sıcakkanlı olduklarını anladım aslında tanıştıktan sonra.
Tabi programları oldukça sıkıcıydı. Ben de o sırada köyü dolaştım. Süpermarket vardı, çikolata aldım, oradan kiliseye gittim, mezarlığından etkilendim, çok bakımlıydı, deniz kazasında ölenler için bir de anıt vardı. Kilisenin içerisi o kadar kötü kokuyordu ki hala düşününce başım dönüyor. (Bu arada Torhamn ve civarı birkaç köyü, arabayı ödünç alıp dolaştım, dediğim gibi burası şu köy, burası bu köy diyemiyorsunuz, yol boyunca tek tük evler var, hangisi nereye bağlı anlamak mümkün değil, bir de Amerika’daki gibi, her müstakil evin önünde mutlaka bayrak direği var ve İsveç bayrağı asılı.)
Mezarlıkta da birkaç kişiyle muhabbet etme imkanı buldum. Kalabalığın, İsveçce’de de ‘kalabalik’ olduğunu öğrendim, birkaç tane daha bizimle benzer kelime vardı. Selamlaşma için ‘hej’ diyorlardı, ‘tack’ teşekkürdü. Ama içimde, bana ‘tack’ diyenlere karşı ‘eyvallah’ deme dürtüsü devam ediyordu.




Onların da bizim gibi takı/hediye törenleri var, tabi gelinin amcaoğlundan 2 burma bilezik şeklinde değil, herkes düğüne hediyesiyle gidiyor, bir masanın üzerine koyuyor hediye paketini, kimin hangisini aldığı belli ve tüm hediyeler konukların huzurunda açılıyor.
Gece ilerleyince İsveçlilerin gerçek yüzünü gördüm. Önce halay çektiler, gülme krizine girdim, sonra penguen dansı, civciv dansı… Ne kadar çizgi film şarkısı varsa, onun eşliğinde oynadılar.
- Gün
Sabah, kahvaltıdan sonra otelden çıkışımı yaptım. Gelin hanım ve damat bey gelip beni otelden aldılar. Evlerine gittik, gelin hanım ailesinin evine temizliğe yardım etmek için Torhamn’a döndü. Evde ağır bir koku vardı, kilisedeki koku gibi, çok rahatsız oldum, içki kokusu muydu, damat içki kullanmadığını söyledi, eee?

Yağmur başladı, şehir merkezini dolaştık. Kafelerin büyük çoğunluğu kapalıydı. Önce, Urfalı 2 kardeşin işlettiği bir pizzacıya girdik. Bizi çok hoş karşıladılar. Arka masamızda dört-beş tane hippi giyimli iri yarı, orta yaşlı enteresan tipler futbol maçı izliyordu, içlerinden bir kadın aniden bağırıyor, küfrediyor, dükkanı inletiyordu, ağzında bile dövme vardı kadının, çok şaşkındım, biz arkamıza dönünce özür diliyorlardı, iki dakika sonra tekrar aynı seremoni. Urfalılar bize dönerli pizza yaptılar, hayır fotoğrafını çekmedim.
Yemekten sonra şehri dolaşmaya devam ettik. İkinci Dünya Savaşı’nda Alman askerlerin Rus askerlerinden saklanmak için girdiği kiliseyi ziyaret ettik, Annie’nin ailesinin evindeki, kasabalarının kilisesindeki, Kadir’le yaşadıkları evdeki kokunun aynısı. Dedim “Kadir yine o koku.” “Ha.” dedi, “Mum bu.” “Mum?” İsveçliler bayılırmış muma. Kusmak üzereydim.







Kiliseden sonra bir dondurmacıya girdik. Çok meşhurmuş dondurmaları. Kafam kadar bir dondurma yedik abartmıyorum. Küçücük çocuklar benim dondurmamın iki katını yiyordu, tadı çok lezzetliydi lakin dondurmanın yarısını çöpe attım. Bitmiyordu.

Oradan sonra İsveç Kraliyet Deniz Müzesi’ne gittik, önce kapalı alanda yüzlerce ahşap gemi gördük. Dışarıda ise iki savaş gemisi bir tane de Jarramas isimli Osmanlı gemilerine benzeyen bir gemi vardı. Meğer gemi zaten Osmanlı planıymış ve adı Yaramaz’mış. (Ayrıntılı bilgi için bu linke bakabilirsiniz. [4] )







O akşam Stokholm’e uçağım vardı. Damadın bir arkadaşı beni yakınlardaki havaalanına götürdü. Ronneby Airport. Çok şirin bir havaalanıydı. Bekleme salonunda bir musluk ve musluğun yanında boş su şişeleri vardı, çok hoşuma gitmişti. Dileyen suyunu doldurup uçağa biniyordu. (Bu arada İsveç’te her yerde ücretsiz wifi var. Bir havaalanında wifiye kaydolursanız başka bir havalimanında otomatikman bağlanıyorsunuz, trenler hakeza.)

Uçağımız, SAS’ın RJ-900 tipi yolcu uçağıydı. Ben pencere kenarına oturmadım diye hatırlıyorum ama oturmuş da olabilirim. Çok tatlı bir gün batımı vardı uçağın sol tarafında. Ben koridorun sağında kalıyordum, bir an yan taraftakilere telefonumu verip “Gün batımını çekebilir misiniz.” diyecektim.
Şunlar da an itibariyle defterime düştüğüm notlardı:
SAS uçuşundan bildiriyorum. Ronneby’den kalktık, hatta şu an türbülanstayız. Az önce sağ tarafımda mavinin onlarca tonunu, İsveç adalarını ve Baltık’ı kaybettik. Sol tarafımızda olanca büyüklüğü ve kırmızılığıyla güneş batıyor, keşke sola otursaydım, muhteşem bir gün batımı kaçtı. 22A’da oturan çocuktan cep telefonumla fotoğraf çekmesini rica etsem ayıp olur mu, ama kulaklık takıyor, ayıp olur, zaten battı batacak.
Hala sarsılıyoruz. Dakikalardır pencerede beyaz bir boşluktan başka bir şey yok, hiçbir şey görünmüyor, bu tip bir uçağa ilk kez bindiğim için sesleri ve manevraları yorumlayamıyorum.
Hostes bana gülümseyip “hej” dedi ve kahve ikram etti. Hiç sebebi yokken gülümsedi. Burada herkes birbirine hiç sebebi yokken gülümsüyor ve “hej” diyor.

Stokholm Arlanda Havalimanı’na indiğimizde hava çoktan kararmıştı. Havalimanından şehir merkezine nasıl gideceğimi düşündüm, yaklaşık 40 kilometrelik bir mesafeden bahsediyorum. Şehir merkezine express tren olduğunu söylediler, bindim, 25 Euro ödedim, merkez tren garında indim, gerçekten çok pahalıydı. Oradan Årstaberg’e gidecektim ama nasıl gideceğimi bilmiyordum. Çok yanlış konumdaki bir otele rezervasyon yaptığımı anlamıştım. Yarım saat boyunca, garda soru soracak bir yetkili bulamadım. Nihayetinde bir polis memuru yol gösterdi. Şehrin banliyösü sayılırmış, gidip bilet aldım, trene bindim, üç durak sürdü, sonra indim ve bu kez otele nasıl gideceğimi bilmiyordum, istasyondaki hiç kimse oteli bilmiyordu.
Yağmurun altında yarım saatten fazla yürüyerek, köprülerden, otobanın altından geçerek oteli zar zor buldum. Akşam yemeğini yemeden uyudum.

- Gün
Günaydın. Çok yağmur yağıyor. Napacağız?
Stokholm’e yağmur yağar, ben hep seni düşünürüm.
Kahvaltımı yaptım. Hala oturuyorum. Stokholm ulaşım ağı uygulamasını(Stockholm Commute) indirdim telefona, gideceğim yerlere nasıl gideceğim? Resepsiyondan üç farklı şirketin şehir planını aldım, nerelere gideceğimi işaretledim, sonra uygulamadan hangi araçları kullanacağımı çözmeye çalıştım.
Öğleden sonra yağmur dindi. Çıktım. Årstaberg İstasyonu’na kadar yürüdüm, trene bindim, merkez istasyonunda indim.
Merhaba Stokholm. Gar kapısının önünde bir heykel, bir saat büstü, heykelin başına bir kuş konmuş, hemen karşıda devasa bir kilise, S:ta Klara Kyrka, Klara Kilisesi. Önce buraya yürüdüm, içini dolaştım, yine o koku, bu ülkeyi mumdan yapmışlar. Dayanamayıp dışarı çıktım ve Gamla Stan’a yürümeye başladım.




Stokholm’ün kendisi bir çok adadan oluşuyor, yanılmıyorsam 14 tane, ‘Gamla Stan’ da bu adalardan biri. ‘Eski şehir’ anlamına geliyor, parlamento binası ve kraliyet sarayı bu adada yer alıyor, bununla birlikte tarihi İsveç yapıları ile tam bir kültür gezisi imkanı var bu adada. Butik restoranlar, hediyelik eşya dükkanları, aklınıza gelebilecek her şey var. Ben saraya yakın bir yere geldiğimde, atlı dört polis ve arkalarından gelen kraliyet bandosunu gördüm, ya askerlerin nöbet değişimi vardı ya da yabancı bir konuk karşılanıyordu, arkalarına takıldım ben de diğer turistler gibi, sarayın girişinde polis durdurdu ve bahçeye almadı, dolayısıyla içeride ne döndüğünü göremedik, Gamla Stan’daki bütün turistler oradaydı.









Eşsiz yapılar vardı Gamla Stan’da. Storkyrkan, Stortorget, Nobel Müzesi, Tyska Kilisesi… her yer müzeydi zaten, içine girmedim ama Ahşap At Müzesi bile varmış.
Stortorget’teki manzaraya bayıldım, turist kalabalığından ötürü her ne kadar istediğim fotoğrafları çekemesem de, 1700’lü yıllarda yapılan binaların silueti aklımda. Rengarenk binalar, en az 300 yıllık her biri, bir nizam içinde, bir karakteristiği var ve maalesef şehirciliğimizin önünde.
Parlamento binasının önündeyken bir anne-kız yanıma yaklaşıp İngilizce, fotoğraflarını çekmemi rica etti. Çektim, teşekkür edip ayrıldılar ki kendi aralarında Türkçe konuşmaya başladılar. İçimden gülmek geldi. Yanımızdan geçen bir aileye de ben adres sordum, panorama kulesini. Kadın, “Ama ben sizi Türkçe konuşurken duydum.” dedi, faka basmıştım, beyefendi gülerek panorama kulesini gösterdi, nasıl gidebileceğimi anlattı, teşekkür ederek yola koyuldum.
Panorama kulesi, adından da anlaşılacağı üzere, Gamla Stan’ı yukarıdan gören, Stokholm siluetini çekmek için en müsait yer. Oldukça yüksekti ve asansör de yoktu, belki de vardı ama ben bulamamıştım. Kaç basamak çıktım bilmiyorum, dakikalarca çıktım, nihayetinde güzel bir manzara bekliyordum ki çok puslu bir havaya denk geldim, her yerde kule vinçler vardı, binanın önünde ise metro çalışması vardı, buldozerler dolduruyordu etrafı. Yani hayalimdeki Stokholm fotoğrafını çekemedim. Aşağı indim, yemek yiyecek bir yer buldum, sonra namaz kılabileceğim bir cami aradım. Aslında Google Maps’te, 8 kadar cami görünüyordu şehirde, ilk cami konumunun etrafında iki tur atmama rağmen ortalıkta camiye, mescide benzeyen hiçbir şey yoktu, ben de ikinci konuma gittim, bayağı uzaktı, o sırada Stokholm’ün daha modern sokaklarını keşfediyordum, bol bol fotoğraf çektim, nihayet camiyi buldum.
Abdest alırken başımda bir çocuk bekledi, sonra işaret edip cemaatle kılmamızı istedi, ikimiz cemaatle namaz kıldık, oturup bir müddet dinlendik, camide 15 kadar kişi vardı, lakin hiçbiri selam dahi vermedi desem yeridir, bir soğukluk hissettim.

Canım somon istiyordu, Norveç planım da suya düşmüştü, buradan Helsinki’ye geçecek, oradan da Türkiye’ye dönecektim. Bu yüzden somon yiyeydim iyiydi, balığıyla ünlü bir çarşıyı ve restoranı aradım uzun süre. Nihayet buldum. Lisa Elmqvist, dilediğiniz deniz ürünü var, oldukça şık bir restoran, yemeğinin lezzetini de okuduğum bloglardan duymuştum, Ostermalms Saluhall isminde bir yemek çarşısı içerisinde yer alıyor, bu çarşı içerisinde birbirinden güzel başka restoranlar da var.




Oradan ayrılıp merkez istasyonuna geçtim, lakin çok yorgundum, otele taksiyle gitmeye karar verdim, taksi sistemleri de farklıydı, iki farklı türde taksi var Stokholm’de, Londra’daki sisteme benzettim, bildiğimiz sarı taksi ve cab denilen daha lüks taksiler. Üstelik “Ustam, Çengelköy.” diyemiyorsunuz, akıllı ekrandan fiş alıp taksi mi, cab mı onu seçiyor ve aldığınız fişi en öndeki taksiciye teslim ediyorsunuz, fakirden yana olduğum için sarı taksi fişini alıp öndeki taksiye atladım. Şoför, siyahi bir gençti. Kimliğinde Ahmed yazıyordu, “Merhaba Ahmet Türkiye’denim dedim.”, adından da anlaşılacağı üzere Müslümandı, Somaliliydi, 7 yıldır Stokholm’deymiş, çok hoşuna gitti, sohbet ettik gideceğimiz yere varıncaya kadar, 150 kron tuttu üç istasyonluk mesafe, yol boyu Müslümanların problemlerinden, buradaki hayat şartlarından, Müslüman cemaatlerin vurdumduymazlığından konuştuk, otele vardığımızda dizlerim benim değildi.
Dipnot: (İsveç’te lanetliymiş gibi, Euro denen bir para birimi bilinmiyordu. Cebinizde illa ki kron olmak zorunda, o yüzden en az tuvaletin yeri kadar mühim exchange ofisinin yerini bilmek.)
- Gün
Hava çok güzeldi. Kahvaltımı yaptım, toparlandım. Otelden çıkışımı yapıp taksi çağırmalarını söyledim. İsterdim ki Ahmed gelsin yine, cab gelmiş, lüks bir Volvo. “Sentrıl steyşın keptın.” dedim. Dünkü güzergahı bu araçla gelmem bana 420 krona patladı(metroda 3 durağa tekabül eden mesafe için 220 tl), saniyede 1 kron işliyordu, trafikmiş, hızlıymış, araba durmuşmuş hiç fark etmedi.
Planım, eşyalarımı tren istasyonunda kiralık kasaya koymak, sonrasında Gamla Stan’ı güneşli bir havada gezip bota binmek ve 16:00’da Viking Line cruise gemisiyle Helsinki’ye hareket etmekti.
Kraliyet sarayı bu kez boştu, bahçesinde 4 asker ya vardı ya yoktu, bu sırada eskortlu bir makam aracı geldi ve kraliçe olduğunu sandığım bir hanımefendi biz tebaasına el salladı, güvenlik önlemi mi, o da ne.





Oradan ayrılıp seesighting botuna bindim, 1 saat boyunca Stokholm’ün kıyılarını dolaştık, bu arada botun yarısı Türk’tü, Almanya’dan gemi turuyla gelmişlerdi. Onlarla uzun süre muhabbet edip etrafı fotoğrafladım.





Bottan sonra eşyalarımı aldım ve gemimizin de bulunduğu Stadsgården iskelesine doğru yürümeye başladım. Yolculara bakınca çoğunluğunun yaşını başını almış turistler olduğunu gördüm. Tesettürlü, çarşaflı birçok Müslüman yolcu bile vardı.
Gemimiz saat 16:00’da hareket etti, içerisi gayet güzeldi, biraz karışık olması haricinde gemiyi benimsemiştim, odaya yerleştim, sonra tüm gemiyi dolaştım, en sonunda burun tarafına geçip yere oturdum. Güzel bir iki Stokholm fotoğrafı da çektim ayrılırken, çünkü hava açmıştı artık.
Gün batımına doğru arka güverteye, en sakin köşeye çekildim. Fotoğraf çekiyordum, heyecanlıydım. Bu sırada Uzakdoğulu 2 kadın yanıma yaklaştı. Bir tanesi diğerine kendi dilinde bir şeyler söyledi, güldüler, fotoğraf makinamı göstererek bir şeyler söylüyordu, ikisinin de boynunda harika makinalar vardı, makinamı aldı eline bir tanesi, bir şeyler söyledikten sonra geri verdi, “English?” dedim, “No English.” dediler, sonra yanıma oturup bana kendi dillerinde on dakika nutuk çektiler, bir şey anlamamam fayda etmedi, “Ay dont andırstend yu madam.” dememle daha bir heyecanla konuşmaya başladılar, biri kolumu tutup daha yüksek sesle konuşmaya çalışıyordu, aynı bizim yabancılarla Türkçe konuşmaya çalıştığımız gibi, dillerini bilmemem garip geldi kendilerine. Yanıma oturdular, bu sırada gün batımı yaklaşıyordu, herkes makinasına odaklanmıştı.
On dakika sonra, yaklaşık on kişilik Uzakdoğulu başka bir kafile bizim masanın yanına gelip oturdu. Gülüşmeler, konuşmalar… Hiçbir şey anlamıyordum, benimle kendi dillerinde konuşmaya devam ediyorlardı, bu arada o ilk çılgın turist beni işaret edip bir sürü şey söyledi, iki elimi açıp çaresizlik işareti yapıyordum.
Acayip sıkılmıştım. Muhabbet etmek istedim lakin tek kelime İngilizce bilmiyorlardı. Ama kendi aralarında kahkaha tufanı… Nereli olduklarını anlamaya çalıştım. “Çayna, Jepın, Korea?” dedim kalabalığa. Biri, “Çayna Çayna.” dedi, diğerleri hep bir ağızdan “Çayna Çayna” dediler, söyleyiş tarzlarına kahkaha atmamak için kendimi zor tuttum. Sonra biri beni işaret etti. “Turkiş.” dedim, hepsi bana bakıyordu tepkisiz, “Törki.” dedim, hala bakıyorlardı, “Turk.” dedim, biri dedi “Turko?” “Yeah, Turko.” dedim. Hepsi bir ağızdan “Ooooo Turko.” diye karşılık verdi. Hoşlarına gitmişti. Bir başkası, “Kappadoçya.” diye bağırdı, “Yeah yeah Kappadoçya.” dedim, hepsi makinalarına sarılıp Kapadokya fotoğrafları aramaya başladılar, nihayet anlaşmaya başlamıştık, beni baya sevdiler. İstanbul fotoğraflarımı, Kapadokya fotoğraflarımı gösterdim onlara, telepati yoluyla ve Tarzanca anlaşmaya başlamıştık.



Bir tanesi gidip 30’lu yaşlarda bir kadını çağırdı. Kadın telefonunda translate programına Çince bir şeyler yazdı, karşılığında çıkan “How old are you?” sorusunu bana gösterdi. Kadının telefonuna 27 yazdım, hepsi şaşırdı, ben de şaşırdım, tek kelime İngilizce bilmeden bu insanlar nasıl dünya turuna çıkıyorlardı? Gün battı.
Bu sırada hala İsveç sınırlardındaydık. Baltık anlatılmazdı. Muhteşem adaların yanından geçtik. Öyle bir gün batımı izliyorduk ki hiçbir şeye benzemiyordu. Bu sırada yanıma ilk gelen ve benimle Çince konuşmaya çalışan kadın(ki artık kendisinden kankam diye bahsedeceğim) fotoğraf çekiyor, çektiklerini bana gösteriyordu. Benim çektiklerime de bakıp beğenmediğini ima ediyor, bana güzel perspektif bulmaya çalışıyordu. Hatta bir ara ayakkabılarımızı çıkarıp masanın üstüne çıktık, oradan da fotoğraf çektik, ne gereği varsa.
Şahsen elimde o makinadan olsa, ondan daha muhteşem fotoğraflar çekerdim. Benim fotoğraflarımı da çekti, bana fotoğraflarımı mail atsın diye kadına mail adresimi yazdım bir kağıda, kağıdın fotoğrafını çekti ve ne olduğunu etrafındakilere sormaya başladı. Adamlar haklı. 2 milyar insan Çince konuşuyor, ben konuşamıyorum.
Gün battı, ama o nasıl bir süzülüştü öyle. O nasıl bir yanı karanlıkta bırakıp bir yanda elli tonunu taşıdı hayatın. Çarpıldım. Vedalaştım. Biraz daha bekleyip içeri geçtim.
[Biraz gemiden ve turlardan bahsetmek isterim. Stokholm ve Helsinki arasında 2 büyük şirket(Viking Line, Tallink Silja, belki başka şirketler de vardır.) cruise gemilerle günlük seferler düzenliyorlar. Yolculuk yaklaşık 16 saat sürüyor, gemilerde her türlü imkan mevcut, free shop marketler, restoranlar, cafeler… Fin hamamı bile var. Her bütçeye göre oda var, tabi 10 kuruş fazla verip pencereli bir kamarada seyahat etmek en mantıklısı.
Ben Viking Line ile yolculuk yapmayı tercih ettim, gemimizin adı Gabriella’ydı, yolculuktan da gayet memnun kaldığımı söylemeliyim. Fiyatlar da uygun, yaklaşık 70 Euro ödedim, 200 Euro da ödesem bu yolculuğa değerdi. Özellikle iyi bir mevsim tercih etmek gerekiyor, hem İsveç’in, hem Finlandiya’nın eşsiz doğasını muhakkak bu turla görmek lazım.]
- Gün
Günaydın. Niyet ettim abdest almaya, rastgele kıble tayin etmeye ve kamaramda sabah namazına durmaya. Şaka şaka, Google maps açıp rotamıza göre Kabe’ye yöneldim, kıble programı da açsam olurdu ama.
Namazımı kıldım, yanımdaki tek kalın şeyi, hırkamı giydim ve makinamı alıp geminin en üst katına yollandım. Otomatik kapı açılır açılmaz buz gibi bir soğuk hava dalgası beni benden etti, sesimi çıkarmadım, iki kişi bir köşeye oturmuş hem içip hem üşüyorlardı, esenlikler dileyip geminin arkasına yollandım.
Arka güverte zifiri karanlıktı, bizi takip eden birkaç geminin ışıkları seçiliyordu. (Stokholm’den yaklaşık on’ar dakika arayla 5 gemi ayrıldık, arkamızdaki gemilerden biri daha bizim şirketindi, diğerleri farklı turlardı, acil bir durumda 5 büyük geminin birbirine yakın olması oldukça güven vericiydi.) Güneş, burun tarafından doğacaktı, kızıllaşmıştı ufuk, ön tarafa geçmek gerekecekti, yani oturup kitap okuduğum, titanikleştiğim köşeye gitmeliydim en güzel doğumunu yakalamak için günün. Millet içip intihar etmesin diye kilitlemişler kapıyı, ben de filikaların hemen yanında gemi personeline ayrılmış ve özellikle ‘gemi personelinden başka kimse oturmasın’ diye uyarı notu konulmuş banklara oturdum ki görevlilerden biri sigara molasına çıkar da kapıyı açar. (Bu arada gemi terimlerini karambole kullanıyorum.) Olmadı tabi ki, kimse gelmedi, sigaram da yoktu, üşüyorduk ben hırkam ve fotoğraf makinam. Ta ki onu gördüm. Dün ben Çinli kankalarımla muhabbetin dibini bulmuşken gün batımı fotoğrafını çekmeye çalışan kadın. Kırmızı montlu kadın. Arka güverteden, ufkun fotoğrafını çeke çeke geliyordu, sonunda yanıma geldi, dedi “Hej.” Dedim “Hej.”
“Niye burada oturuyorsun?” dedi, “Kapıyı kilitlemişler.” dedim, “Öyle mi.” dedi, “He.” dedim, ön tarafa doğru yürüdü, ben de yürüdüm. Kırmızı montlu kadın gitti, kapıyı kurcaladı, açmayınız yazılı kağıdı söktü, zinciri çekti ve kapıyı açtı. Kadın kesinlikle Türk değildi çünkü İngilizce konuşuyorduk. Oleyy dedim ve peşi sıra gittim. Güneşin doğmasına henüz çok vardı, Kırmızı Montlu Kadın gülümsedi, ben de gülümsedim, “Susanna.” dedi, “Hasan.” dedim. “Nerelisin?” dedi, “Türko.” dedim, şaşkın emoji bakışı yaptı, “Turkey.” dedim, “Ben de Finim.” dedi, “Süper.” dedim, ilk fasıl bitti.
10 dakika geçmişti ki tanışmamızın üzerinden, kadın bana Türk ve Fin halklarının Orta Asya’daki kökeninden, kültür uyumlarından, Fin halkının İskandinav olmadığından, piyasada yanlış bir algı yaratıldığından, atalarının Viking olmadığından, Fin mimarisinden, Fin şiirinden, Fin yemeklerinden, Fin turizminden…
Bir baktık ki güneş doğacak yavaştan, makinaları hazırladık, seri çekime geçtik, arkamızdan da sesler yaklaştı, “Hey Turko.” dedi bir ses, aman Allah’ım, Çinli kankalarım güneşin doğuşunu nereden haber almışlardı bilmiyorum, bir anda burun fotoğrafçı doldu, bana ait olacak sanmıştım güneş, bir buçuk saat boyunca soğuktan dona dona bekleyen bendim, onlar gelip hazıra kondular.

Susanna, saat 9 gibi Helsinki Kanalı’na gireceğimizi, saat 10 gibi de terminale varacağımızı söyledi. Eğer 9’da tam burada olabilirsem, bana şehri tanıtmaktan mutlu olacağını ifade etti, şerefyab olurdum, neticede Helsinki kimdir, in midir cin midir ilk kez görecektim, vedalaşıp ayrıldım ve saatimi 08:30’a kurup uyumaya gittim. Hırkamla iki kat battaniyenin altında titreyerek.
Yerel saatle 08:30’da uyandım, bavulumu hazırladım, gemiden ayrılacak gibi nazırdım, burun tarafında gittim ki Susanna beni bekliyordu. Anlatmaya başladı, çevredeki adaları, eğlence merkezlerini, restoranları, Helsinki’nin silüetini, kiliseleri, fabrikaları. UNESCO koruması altında ve dünya kültür mirası listesinde olan bir kalenin yanından geçtik, Susanna buranın Suomenlinna olduğunu söyledi, 18. yüzyılda yapılmış ve Helsinki’nin deniz tarafından güvenliğini sağlarmış, dünyanın en büyük deniz kalelerinden biriymiş. Bu esnada gördüğü her ayrıntıyı anlatıyordu, keşke ses kayıt cihazı taşısaymışım diyorum şimdi.


Bu sırada Helsinki Katedrali’ni, Uspenski Katedrali’ni, vaftiz olduğu kiliseyi, yani şehrin silüetinde ne kadar yapı varsa anlatıyordu.
Helsinki’ye daha önce gelip gelmediğimi sordu, “Bir programın var mı?” dedi, “Azıcık alışveriş, şehri dolaşmak, sonrasında da havaalanına gitmek.” dedim, “İstersen rehberlik yaparım.” dedi, “Aliyyül ala.” dedim, “O zaman bavulunu al, çıkışta görüşürüz.” dedi.
Gemi terminale yaklaştı. Helsinki’yi sevmemiş miydim? Bavulumu aldım, aşağı indim, yaklaşık 10 dakika Susanna’yı bekledim, gelmeyecek sandım ama geldi, geminin bütün kalabalığı terminalin hemen önündeki tramvay istasyonuna aktı, Susanna, “Biz buradan binmeyelim, 5 dakika yürüyüp otobüse binelim.” dedi, otobüs durağına doğru yürüdük, otobüs geldi, kişi başı 3 euro verip bindik, tren istasyonunda indik, bavulumu orada kilitli dolaplardan birine yerleştirdikten sonra Helsinki caddelerini dolaşmaya başladık.
İlk dikkatimi çeken, tren istasyonunun önündeki dilenci kalabalığıydı. Nereli olduklarını merak etmiştim, Bulgar ve Romenlermiş, buradan pek farklı değildi. İsveç veya Danimarka’da böyle bir manzara görmemiştim, şimdiden Finlandiya’nın daha yoksul bir ülke olduğu izlenimi edinmiştim.
Susanna ile birlikte, Helsinki’nin simgelerinden biri olan Senato Meydanı’na geldik, meşhur katedral ve milli kütüphane de buradaydı. Bu sırada Susanna’nın yazar ve çevirmen olduğunu, İngilizce, Almanca ve Fransızca’dan Fince’ye kitaplar tercüme ettiğini öğrendim. Aynı zamanda da Mikael Rantalainen isimli fotoğrafçının öğrencisiymiş, selam söyledim, boşanmış, 45 yaşındaymış, benim yaşlarımda bir kızı varmış, yılda en az 3 kez Stokholm’e gemi turuyla gider gelirmiş, free shoptan da alışveriş yaparmış, benimle tanışmaktan da çok mutlu olmuş, bir daha beklermiş, tabi tüm bu samimiyet benim de edebiyatla ilgilendiğimi öğrendikten sonra oldu, biz bu esnada yürümeye devam ediyorduk, bir halk pazarının içinden geçtik, aynı bizim perşembe pazarı caddenin ortasında, yeşil fasülyeyi göstererek burada çok tüketiriz dedi, “Türk olmadığınıza emin misiniz?” dedim, baştaki izlenimim beni doğruluyordu. Helsinki, İskandinav başkentlerinin yanında sönük kalmıştı gözümde, daha düzensizdi, yapılar biraz daha bakımsızdı, halkın ekonomik sorunları şehre de yansıyordu. Isınamadım şehre, bu esnada bir parka girdik, sevgili şair dostum Eino Leno’nun ihtişamlı heykeline bir fatiha okudum.
Bu sırada insanların konuşmalarına kulak kabartıyordum. Fince, kesinlikle Danca veya İsveçceye benzemiyordu. Diğer dillerden öğrendiğim birkaç kelime, birkaç cümle vardı ama Fince bana daha sert ve daha zor gelmişti. Orta Asya meselesi.


Saatler sonra Susanna, beni Forum Alışveriş Merkezi’nin önünde bıraktı, maillerimizi aldık ve ayrıldık, ben de yemek için içeri girdim, günlerdir maruz kaldığım İngilizce’den başım dönmüştü artık, telefonla konuşurken Foody isimli bir restorana girdim ki kasadaki adam “Merhaba, hoş geldiniz.” dedi, “Abi şu anda size sarılmak istiyorum.” dedim. Gülümsedi. Bana mercimek çorbası, döner, sonra da kahve ve çay ikram etti. Sahibi Konyalı bir abiymiş, sanırım 30 yıldır buralardaymış, başka bir şubesi daha varmış restoranının, oldukça lezzetli buldum yemeği, çok mutlu ayrıldım dükkandan.
Forum’dan sonra Helsinki’ye veda etmek zamanı gelmişti. Tren istasyonuna gidip bavulu aldım, yakınlardaki bir otobüs durağından Vanaa Havalimanı’na giden bir otobüse bindim, bunu da özellikle Susanna tavsiye etmişti ki otobüsle gezersen Helsinki hakkında bir fikrin olur diye. Otobüste otururken yanımdaki kişinin Urfalı çıkacağını bilemezdim değil mi? Hani biraz önce bahsetmiştim ya İngilizce’den başım döndü diye, yaklaşık 40 dakika boyunca, adam maden bulmuş gibi konuşmama fırsat vermeden konuştu, konuştu, konuştu. Suriye meselesi, 15 Temmuz, ABD başkanlık seçimleri, ne olacak bu memleketin hali ve nihayetinde özeline geldi. Önce bela okudu kendine, ne işim var benim burada dedi, ülkeleri batsın dedi, kurban olayım memleketime dedi, orada aç kalsam buradan iyi dedi, bu esnada Finlandiya’ya ettiği küfürleri çevre kirliliği oluşturmasın diye buraya almıyorum.
Meğer Urfalı Halil, Antalya’da bir Fin hanım görüp tanışmış, eşini boşayıp peşinden buralara gelmiş, vatandaşlık almak için kadınla evlenmiş, şimdi dil kursuna gidiyormuş, devlet kendisine bir miktar para ödüyormuş, lakin eşi o kadar çirkef biri çıkmış ki kendisi çalışıyor olmasına rağmen adamın da parasını elinden alıyormuş. “Sefalet içindeyim.” diye yakınıyordu, vatandaşlığı alsam da bunu da boşasam diyordu, bir sürü memleket güzellemesi yaptı, “Bedduadandır o.” diyemedim tabi ki. Neyse ki adam evine geldiği için indi, ben de kurtuldum.
Havalimanında uçağın saatini beklerken, herhangi bir ‘pray room’ olmadığını öğrendim, yani ibadethaneleri yokmuş, görevli bana, “Şu taraf Kuzey, şu taraf Güney, şuraya dönebilirsiniz” dedi. Şaşırdım, “O tarafa dönerek ibadet eden Müslümanlar görüyorum koridorda.” dedi. Ha yani yönler hakkında bilginiz var, sık sık Müslümanlarla karşılaştığınız için hangi tarafa dönmem gerektiğini de biliyorsunuz, ama bunun bir ihtiyaç olduğunu anlayıp bir ibadethane yapmıyorsunuz, hayırlısı. Beni, koridorun ortasında namaz kılmaya davet etti, yanımdaki kapıdan çıkan iki hostes önce ne yapmaya çalıştığımı anlamadı, sonra başımı koymak için yere serdiğim hırkamın üzerine basıp geçtiler. Seni çok kınadım Helsinki.
Gün batımını Helsinki üzerinde izlerken, gerçekten kendime geri döndüm mü diye sordum, bilmiyordum. Bu süre zarfında hiç şiir yazmadım, hiç mısra biriktirmedim. Ama ne mutlu ki evime geldim.
[1] Albert Camus, Notebooks, 1935-1951
[2] Richmond Hotel, Copenhag
[3] H.C. Orsted
[4] http://burkinafasafiso.blogspot.com.tr/2006/04/majestelerinin-sancanda-hilal-tayan.html
Kapak Görseli: Martin Schwartz
http://martinschwartz.dk/own-projects-2/