Birinci Evren
Yazları çok sıcak, kışları çok soğuk ve her zaman çok yağmurlu göğü buranın. Birinci gün yağmur yağdı. Yazın yağmur yağardı, kışın kar yağmadığında da yağmur yağardı, kar yağdığında kar çok yağardı, ne kar yağardı en sonunda.
Bahar gelmeyecek gibi olduğunda özlerdin, gelirdi. Bir gün bahar geldi, çok şemsiye vardı, insanlar bahardan içeri kaçtı. Çocuk kitapları yok satıyordu. Bir kadın çocuğuyla kaldırımdan düşüyordu. Onkoloji hastanesinde 29 hasta yatıyordu, pencerelerinde dağ görenler de vardı otobüs durağı da, kim daha çok mutluydu?
Bir çocuk, annesinin elinden kurtulup koridorda kayboldu. Gördüğü bütün kapılara uzandı. Babasını arıyordu, üç dakika kadar başıboş dolaştı. Bir hemşire, kapısının altından bir böceğin geçtiğini gördü, yangın ikazı böyle durumlar için kullanılmayacaksa da maskesini çıkarırken gözlüğünü kıran bir şapşala güldü, böcek kurtuldu, çocuk babasını bulamadı.
Diğer bir oda cezaevindeydi. Adam, çorabına kadar arandı. Yeni ayakkabısı maket bıçağından geçmiş, tornavidayla delinmişti. Bir adam dinine küfretti, sonra utanmadı, hırpaladı, koluna baktı, acımadı, geçti gitti.
Dışarıda yağmur yağıyordu. Bir mülteci kampında kızın ailesi bir çuval pirinç verip oğlanı istiyordu. Afrika’da keçi yoktu, keçi olsaydı ağaç da olurdu, keçi olsaydı yağmur bile yağabilirdi. “Afrika’ya bahar hiç gelmiyor galiba.” diye düşündü cezaevi odasındaki adam. Kolu artık acımıyordu, çocuklarını düşünüyordu. Uzun koridorlardan geçti, bir sandalyeye oturtuldu. Bir sandalye daha geldi, konuştular. Diğer sandalye gitti, ona Afrika’yı anlatamadı.
Bir diğer odada iki beyaz önlük, iki masa, iki bilgisayar ve bir asistan, bir de stajyer doktor oturuyordu. Asistanın asistanı oturamıyordu, odanın içinde koşturuyor, düşünüyor, hastaları içeri alıyor, ilaç yazıyordu. Kapıyı açtı, gözüne bir reçete uzattılar, kızdı, herkes utandı, o da utandı, kapıyı kapattı. Yağmur durdu.
Öteki Evren
Kar sevmedi. Baharda yağmurdan tiksindi. Yazın çok sıcaktı gök, sevmedi. Kışı hiç. “Bahar gelsin gitmesin.” dedi, bazen gelmedi, gitti.
Bir gün bahar yine geldi. Kimseye görünmeden önlük giydi, maske takıp içeri girdi. Pantolonuna yapışan çocuğu fark etmedi. İkisi birden eğilerek bankonun önünden geçti. Hemşire, tarlasına portakal ekiyordu, keşke biri ona portakal ağacı almış olsaydı daha önce. Sonra pantolonundaki çocuk koşmaya başladı, arkasından bakakaldı, başını indirmedi, yürüdü. Odanın numarasını biliyordu, makineden gelen sesleri tanıyordu. İçeri girdi, çıktığında bir hışımla maskesini çekip attı. Gözlüğü tuzla buz oldu, üzüldü. O gözlükle ne çok insan görmüştü. Hastalandı.
Diğer odada iki astsubayın yazışması mesai saati bitene kadar sürdü. Son on dakika sandalyede oturduğu nihayet fark edildi. İçeri girdiğinde aranmadı, kimliğini gösterince ayakkabısına bile bakılmadı. Kemerinin tokası düştü ama gelenekti bu. İsim verdi, bekledi. Hükümlü odaya alınana kadar bekledi, ürperdi. Kapıdaki göbekli adama tiksinerek baktı, odaya girdi. Başını kaldırdı: “Burada gök nasıl?” Herkes sustu. Hele Afrika hiç konuşulmadı. Ona çocuklarını anlattı, dışarıyı anlatmadı, “Bekle.” de demedi. Çıktı gitti. Hastalandı.
Bir diğer koridorda cama yaslandı, 3. poliklinik tam karşısındaydı, şişman teyzeler ve cılız amcalar, tekerlekli sandalyeler, sabırsızlar ve herkesin ağzı kuruyordu. Duvarlar çatlamıştı, telefon çekmiyordu. Cezaevi daha güzel görünmeye başlamıştı kapı açılmadan önce. Kapı açıldı, her şeyi unuttu, yağmur durdu, anahtar deliğinden bir kuş geçti.
Elini uzattı, kâğıdı uzattı sandı, azarlandı, kenara çekildi, kızardı. Ertesi gün daha kalabalık gitti, bir sonraki gün daha da kalabalık. Bir sonraki gün odada kimseyi bulamadı. Hastalandı.
| Hasan BOZDAŞ