M. Hüseyin Özer’le Söyleştik

Bize Hasan Bozdaş’dan bahseder misiz?

1990 Diyarbakır doğumluyum. Hukuk fakültesinden mezun olduktan sonra 6-7 yıl kadar Kayseri ve Ankara’da serbest avukatlık yaptım, bu süre zarfında sivil toplum kuruluşlarında faaliyet yürüttüm ve şimdi akademide hukuk dersleri veriyorum. İnsan hakları üzerine çalışıyorum.

Şiir ile ünsiyetiniz nasıl gelişti?

Şiire ilişkin farkındalığım çok geç oluştu belki ama çocukluğumda babamın kitaplığında Sezai Karakoç’un kitaplarını anımsıyorum ve bazı şiir kasetlerini… Marmara FM’i çok dinlerdim, fazlaca şiir seslendirilirdi. Tabi o dönemin ezgilerini de unutmamak gerek, birçoğu şiirlerden bestelenmişti. Bütün bunlar şöyle ya da böyle bende şiirsel bir karşılık bulmuştur. Ama benim gerçek anlamda şiirle tanışmam henüz ortaokul zamanlarında bir komşumuzdan “Su Kasidesi”ni dinlememle olmuştur, bir anda kendimi ne anlama geldiğini bilmediğim yüzlerce sözcüğün ortasında Fuzuli’ye hayran bir çocuk olarak, Fuzuli’yi taklit ederken buldum. Bana divan şiirleri okuyan, eğlenceli şekilde şerhlerini yapan genç bir komşumuz vardı, eski edebiyatta asistandı. Üzerimdeki emeği çok çok fazladır. Ne anlama geldiğini bilmediğim “Su Kasidesi”ni ezberletti bana, ne zaman ki bazı beyitlerin ne anlama geldiğini öğrendim, edebiyat derslerini bir dersten öte görmeye başladım. Sonraki zamanlarda Fuzuli’nin diğer gazellerini de öğrendim, Fuzuli ile ilgili her şeyi çok sevdim. Lisede bu yönelimim, edebiyat kitaplarında yer alan şairlerin kitaplarına uzandı. Mesela lisede Faruk Nafiz’i çok okurdum ve Han Duvarları tanıdık bir coğrafyada geçtiği için başucu kitaplarımdan biriydi, o sırada Kayseri’deydik. Lise son sınıfta yerel edebiyat dergileri ile tanıştım, şiir kitaplığım genişledi ve ilk şiirlerimi yayınlamaya başladım. Üniversite ise Ankara dergileri ile tanışmamı sağladı. Aşağı yukarı şiir duyarlılığım bu aşamalardan geçti.

Şiir ile yaşadığınız hayat arasındaki ilişkiden biraz bahseder misiniz? Hayatınızdan şiiri çektiğinizde geriye ne kalır?

Şiiri bir varlık sahası olarak görmek, bir keşif ya da deney alanına benzetmek ya da şiiri oyunlaştırmak… Bunların hepsi mümkün. Ben ise düşünce biçimim diyorum şiire, şiirle düşünüyorum ya da şiir olarak düşünüyorum. Bunun böyle ifade edilmesi gerektiğini öğrendim, bu bir felsefi eylem değil. Bu; insanın, dili varlıkla irtibatlandırabildiğini anladığı bir süreç, şiir kendi kendini inşa ettiğinde orada insan bir nesne olarak kaldığını dahi hissedebilir. Şiir varlık sebebim mi, hayır, belki varlığımı şiirle anlamlandırıyor, daha doğru bir yere konumlandırıyorum ama varlık sebebim değil, bununla birlikte kendimi anlamlandırmada payı çok büyük. Şiir, yaşadığım hayatın en tartışmalı alanı belki çünkü kendim bir mesele olarak şiirin elinden geçiyorum. Belki Turgut Uyar gibi bakacaksak meseleye: şiirin çıkmazı, insanın da çıkmazı, o yüzden hayatla sıkı sıkıya bağlı. Şiir bir anlayış mı yerleştiriyor insana yoksa insan o anlayışın bir sonucu olarak mı şiir yazıyor, bunu bilmiyorum. Eğer şiir yazmak bir sonuçsa ve hayatımdan şiir çıkacak olsaydı pek bir şey kaybetmezdim. Ama eğer şiir bir şeylere neden oluyorsa ki ben gri alanlarda yürümeyi, griye bakmayı, gri sesleri duymayı biliyorum bu sayede, o zaman şiir gittiğinde ben de gitmiş olurum.

Şiir yazım hayatınızda bir ustanız var mıdır? Var ise kimdir ve katkıları nelerdir?

Şiir yazımını rahle ile ilişkilendirmek istemiyorum. Şiir elbette bilgi, keşif ve daha pek çok şeyle irtibatlı ama onun, belirgin sınırları, formülleri, katı biçimleri olan bir şeye dönüştürülmesi doğru değil. Usta, bir şaire ne yapar? Usta, bir şairden ancak kendisinin minyatürünü yapar. O yüzden herkes kendi sesiyle, kendi öz hikâyesiyle, kendi varlık anlayışıyla ve biricikliğiyle buradadır. Özellikle modern şiir gibi uzlaşmacı olmayan ve şairin kendi sesine sıkı sıkıya bağlı ve biçimciliği ortadan kaldıran bir gerçeklik karşısında bir ustanın bir şair yetiştirmesi pek de mümkün değil. Usta, ancak bir şaire kendi kendisine yetebileceğini öğretebildiği ölçüde ustadır. Usta, arayışı öğretir, belki aramaya yardımcı olur, nasıl şiir yapılacağını değil belki nasıl yapılmaması gerektiğini öğretir. Benim ustam olmadı, benim çok okuduğum şairler ve çok fazla şiir konuştuğum arkadaşlarım oldu. Şiiri divan şiiri ve Sezai Karakoç’tan öğrendim, sonrasında Edip Cansever ve Turgut Uyar’ı okudum. Faruk Nafiz’i anmıştım, İsmet Özel ve Cahit Zarifoğlu’nu, Behçet Necatigil’i, çok okudum. Sohrab Sepehri’yi ana dilinden, Rilke’yi çok kötü tercümelerden de olsa sevdim. En çok da İlhami Çiçek okudum belki. Ve aynı dönemi paylaştığımız şairler… Kendi çağdaşlarımı da ihmal etmemeye çalıştım. Tercümelerden Batı şiirini tanıma uğraşında oldum ve kopamadığım kitaplar var. Dergileri uzun soluklu takip ettim, yeni çıkan şiir kitaplarını mutlaka satın aldım ki bu alışkanlıkları Ertuğrul Rast’a borçluyum. Ve arkadaşlarımla şiir okuyup şiir konuşmaya çalıştım. Nergihan Yeşilyurt, Ertuğrul Rast, Ahmet Sezikli ve Fatih Kutlubay. Yazdığım her şiir üzerine konuşmuşuzdur, dosyalarımı okumuşlar, eleştirilerini yapmışlar hatta didik didik etmişlerdir. Hayriye Ünal ve Zeynep Arkan’ın da iyi birer okuru olmak bir yana, poetik her anlamda onların görüşlerine başvurup şiirlerime geri dönüşlerini önemsemişimdir. Şiirin oluşması sizinle ilgili ama şiiri biçimlendirmek retorik ki bu durumda tecrübeye, bilgiye, estetiğe ihtiyaç duyuyorsunuz; bunlar da okumalarınızın ve şiir ortamının katkısıyla oluşabilecek bir şey. Ama birinin çırağı olmayı kabul ettiğinizde, size dayatılan onun biricik şiir anlayışının dışına çıkmak ve özgünleşebilmek mümkün mü bilmiyorum. O yüzden şiirlerin evetleri için değil ama hayırları için bir usta bulunabilecekse ne ala.

Şiir, şuur ve şiar üçlemesine bakış açınızı anlatır mısınız?

Şiir derken kavram üzerinde öncelikle uzlaşmamız gerekir. Poiesis anlamında bir üretimden bahsediyorsak başka bir şey, Arapça köken itibariyle şiirden bahsediyorsak başka bir şey anlatıyoruz aslında. Bugün bu ayrışma biraz daha belirginleşti. Şiire poiesis anlamında bir üretim olarak yaklaşan Batı kökenli sanat teorisyenleri ve eleştirmenler; çağdaş sanatlar, görsel sanatlar ve şiir arasında sınırların şeffaflaştığını öne sürüyorlar ki bu da türlerin biraradalığı anlamına geliyor ve bu noktada poetik bir bilinç olması kaydıyla üretilen her şeye şiir değeri veren bir yaklaşım oluştu. Bu da tipografi barındırmayan görseller de dahil olmak üzere çağdaş sanat içerisinde anlam dogmasına sığınarak her şeyin şiir olabileceği anlamında bir tür artistik kaos oluşturdu. Ben şiiri hala söz olarak anlıyorum, sözün başka enstrümanlardan yararlanabileceğini kabul ediyor ama başka hiçbir şeyin sözün yerine geçebileceğine inanmıyorum. Şiir ve dili bir bütün olarak görüyorum; ikisi de birbiri olmadan işlevsiz. Bu yüzden de görsel çalışmalara doğrudan şiir olarak yaklaşmaktan ziyade; arkaplanlarında poetik bir bilinç dahi olsa, onlara onların söze mesafesi kadar mesafe koyuyorum. Bu ayrımı ortaya koyduktan sonra, modern şiirden bahsetmeliyim. Modern şiir öncesinden konuştuğumuzda şiirin temsil ettiği değer daha çok sanatsal bir boyut iken modern şiirin insan ve insan meselelerini taşıması sebebiyle daha politik bağlamlı bir sanatsal etkinlik haline geldi. Şiire sadece retorik olarak bakanlar açısından şiir, şuur ve şiar açısından bir bağlantı yoktur çünkü onlar şiiri şuur ürünü olarak değil manzume olarak görürler. Ben şiiri bir varlık etkinliği gibi görüyorum. Bu yüzden de bir şuur ürünü. Formüllerin ardına saklanmak, terimlerin boca edilmesi, gıcırtıların taklit edilmesi sözdeki varlığı açığa çıkarmıyor. Söz açığa çıkmak için şaire muhtaç ama benim gündemim sözün gündeminden başka. Ben onun gündemini sınırlandıramıyorum. Bu yüzden de apaçıklaştığında her şey, yani bir nesir gibi mantık altına ve metodoloji altında toplandığında, söz şiir olmaktan çıkıyor belki. Bu yüzden de varlığın kendisini bulma/ifade etme tarzı gibi bir etkinlik şiir. Bunu dille yapıyoruz, konuşma diliyle, kelimelerle… Eğer şiire yan yana getirilmiş ahenkli güzel kelimeler nazarıyla bakarsak şiiri retoriğe indirmiş oluruz. Oysa benim içselleştirdiğim şiir, sınırlama olmaksızın, anlam ve biçim dayatılmadan bir arayışı ifade ediyor. Şuur konusunu da doğru konumlandırmak lazım. Güncelin dayatıldığı, formülizasyona sıkışmış bir şiir; belki şairin şurunu yansıtır ama dili bir varlık sahası olarak konuşacaksak varlığın formülde açığa çıkma imkânı yoktur. Bir de konuşmada başka bir açılım yapayım, çünkü bu konuda ihmal edilmiş bir hadis şöyle der: “Sözün bir kısmı büyüdür ve onda hikmet vardır.” Büyü derken, sözün madde âleminde değişiklik yapma gücünü hafife almayalım.

Taşra, kasaba, köy ya da metropollerin mekânsal açıdan şiire katkıları nelerdir? Şiirinizde hangi mekâna sığınırsınız?

Ben neredeysem şiirim oralı değil mi? Mekânın şiire doğrudan dokunan bir tarafı yoktur ama mekân insanı inşa eder, insan şiir söyler, böyle dolaylı bir ilişki belki.

Toplumsal süreci yakından gözlemlemek gerek. Şehirlileşme, metropol ve taşra zihin dünyamızın neresinde? Metropollerin, sizi öteki ile bir araya getirme fonksiyonu var, medeniyet böyle bir şey, öteki ile bir arada yaşayabilmek fikri… Bununla birlikte bir akış var, bu akış bir kültür akışı aynı zamanda, buna maruz kalmamak mümkün değil. Toplantılar, söyleşiler, konferanslar, konserler… Bazı filmlerin galalarına dahi katılabiliyorsunuz, bunun sağladığı kültürel konfor benzersiz. Her şeyden önemlisi bir edebiyat kulisi oluşturabiliyor, polemiklere dâhil olabiliyorsunuz. Mekânın şair özne açısından böyle bir katkısı var. Böyle olunca daha hızlı bir şiir, daha akışta imgeler oluşuyor belki, taşrada bu kadar hızlı bir şiire imkân olmayabilir.

Günümüz şiirine olan ilgi ve iştiyakı yeterli buluyor musunuz? Bulmuyorsanız bu durumun sebepleri sizce nelerdir?

Günümüz şiirinin birkaç büyük handikapı var, bunlardan biri şairin aleladeleşmesi ya da çağdaş/popüler olanın getirdiği bir tür konformizm. Bu aynı zamanda seyirciyi/okuyucuyu kısmen uzaklaştıran bir şey. Bir diğeri anlam dogması. Bir diğer sorun da okura direnme.

Bugün için şiire biçilmiş rol, şiirin hafife alınmasına, herhangi bir etkinlikmişçesine değerlendirilmesine yol açıyor. Şiir herhangi bir şeydir ve herkes şiir yazabilir; bugün dayatılan tam olarak bu. Burada karşı çıktığım şey, şiiri ya da şairi kutsallaştırmak değil. Şiirin bir sürecin sonucu olduğunu bilmek. Poetik bir zihin ve poetik bir altyapı gerektiren bir eylem olarak, dili bilen ve dili bozan/kuran/yıkan bir ustalık olarak görmek. Bu ustalık dilde yeni bir gerçeklik inşa eder, imge yapar ve var olan dilin yanında yeni bir gerçeklik yaratır. İlham ya da keşif; her ne denirse densin, bunun işlenebilmesi için dil bilim, şiir olması için de poetik zihin gerekir. İnsanı yapay zekâdan ayıran şey onun poetik zihnidir. En çok kafa yorduğum şeylerden biri, yapay zekâ bir sanatçı özne olabilecek mi? Bu tam olarak şiire yüklediğimiz anlamla ilgili. Özellikle çağdaş sanatın kaçtığı kolaycılık, şiirde de benzer sonuçları olması açısından önemli. Her deneyin, her çabanın bir poetik ürün olarak dayatılması; her tabağın şiir olarak sunulması… Eleştiri kültürünün yokluğu bunu beraberinde getiriyor, dergiler eleme fonksiyonunu icra edemedikleri gibi şiirin aleladeleşmesine zemin hazırlıyorlar.

Popüler edebiyata mal olmuş şiire yeterli bir iştiyak olsa da günümüz şiiri çok kısıtlı bir ilgi ve okur ağına sahip; belki birkaç bin kişinin ancak dikkatini üzerine çekiyordur. Benimki sadece bir varsayım, toplum olarak işitsel hafızamız güçlü ve işitsel olarak aslında şiire yatkınız. Toplumcu veya duygusal temalara hapsolmamış bir şiirin ne okunması ne de işitilip toplumda bir karşılık bulması ihtimali olmadığından belki kabul görmekte zorlanıyor modern şiir ama zaten doğasında bu olmalı, değerli bir azınlık, değerli bir yalnızlık.

Sıra gecelerinde divan şiirinden gazeller okunuyor, türküler ve türküleşmiş şiirlerimiz var, bestelenmiş şiirler var… Modern toplum ise şiire yatkın bir toplum değil. Artık modern toplum hatta postmodern toplum bile değiliz. Post truth, post human çağında kaç kişi, duraklayabiliyor ki nefes alabilmek için; şiirle, varlıkla, sözle temas kursun.

Gelenek mi, modern mi? Lirik mi, epik mi? Hece mi, serbest mi? İlham mı, Deney mi? Ya da?

Söz kendisini en iyi nasıl açığa çıkarıyorsa. Bütün bunları şiirin bir gerekliliği saymak zaten şiirden vazgeçmek demektir. Modern, geleneği bilmeden olmaz. Modern şiirin teması, biçimi, sınırları da olmaz. Modern şiir lirizmi de, epiği de, deneyi de işleyebilmiş, sindirebilmiş olmak demektir. Aynı zamanda hangi çağda konuştuğunuz, şiirinizin hangi dille nasıl konuşacağını da belirliyor. Şiir bugün müzikten/retorikten imaja dönmüş durumda, müzik bir çağın gerekliliği idi; bugün belki görüntü ve gösteri bu çağın gerekliliği; sesten imaja, retorikten imgeye bir zorunlu dönüşüm var. Yarın tekrar şiirin işitsel ya da biçimsel zorunluluklarının olmayacağının bir garantisi yok. O yüzden şiir çağının şiiridir.

Günümüz Türk şiiri poetik ve teknik açıdan yeterli ölçüde eleştiriliyor mu? Eleştiri kültürümüze bir eleştiriniz var mıdır?

Hüseyin Cöntürk, Eser Gürson ya da Memet Fuat gibi isimler Türk şiirinin eleştirisine çok önemli mesai harcadılar ve değerli eserler bıraktılar. Bahsettiğim isimlerin dönemleri açısından da güncel poetik ortam açısından da yeterli bir eleştirel ortamın olduğunu söylemek güç. Bunun ilk ayağı, şiir incelemelerini eleştiri sanmamız, bugün çok fazla modern şiir incelemesi yapılıyor ya da deneme denilebilecek metinler yazılıyor. Ama doğrudan eleştiri kategorisinde sayabileceğimiz çok az metin var, bunu söylemek lazım çünkü eleştirinin bir teorisi ve usulü var. İkinci olarak da, güncelin dikkate alınmaması konusu önemli. Her nasılsa edebiyat tarihinden bir türlü günümüze gelemiyoruz, bunu genç yazarlar kırıyor bir nebze ki o da yetersiz. Bugün yazılan şiiri ciddiye alan ve son 20 yılda yazılan şiir üzerine kafa yoran yazar sayısı az, yazanlar içerisinde bugüne odaklananı da bulmak güç. Bu yüzden de genç şairden aynı zamanda yazı yazması, eleştiri yapması bekleniyor, bunun bir taraftan gerekli olduğunu düşünüyorum, bir taraftan da dayatma olacağı için şairin önceliğinin iyi şiir olmadığı durumlarda eksen kayması yaşayabileceğini göz önünde bulundurmak gerekli. Elbette bir şair şiir üzerine kafa yormalı, bu; şiirini doğru bir zemine oturtabilmesi açısından gereklidir; şiir eleştirisi yapabilmeli ki bu da kendi şiir algısını tanımlayabilmesini sağlayacaktır, ama diğer taraftan bunu yapmak zorunda kalmamalı.

Bugün için Necmiye Alpay, Hayriye Ünal, Mehmet Can Doğan, Yücel Kayıran, Ali K. Metin, Osman Özbahçe, Gökhan Tunç, Leyla Arsal gibi isimlerin eleştiri ve şiir incelemelerinin yanında Musa Günerigök, Mikail Söylemez, Burak Ş. Çelik, Ümit Güçlü gibi daha genç şairlerin de inisiyatif alarak eleştiri ortamında bulunduklarını görebiliyoruz. Önemli metinler yayınlandı ama şiir eleştirisinin yine şairler tarafından yapılmak zorunda olması edebiyat ortamımızın bir rutinine dönüştü.

Bir okuyucu ve yazar olarak dergilerle ilişkiniz nasıldır? Dergilerin şiir dünyamıza katkısı açısından neler düşünüyorsunuz?

Ben şiirle bağımı edebiyat dergileri aracılığıyla pekiştirdim. Uzaktan şiir göndererek değil bizzat mutfakta olma fırsatını elde ettiğim için, müktesebatıma doğrudan bir katkıları olduğunu, edebi anlayışımı geliştirmede ve konumlandırmada büyük pay sahibi olduklarını söyleyebilirim. Hece olmasaydı belki ilk kitabım, Buzdokuz olmasaydı ikinci kitabım olmayabilirdi. Bu sebeple dergileri birer atölye olarak görüyorum, popüler edebiyat ve kültür edebiyatı arasındaki çekişmede bizi kültür edebiyatına yaklaştıran mekânlar, dergiler. Bir anlamda edebiyatı meşru kılan hatta üreten yerler oralar. Atılımlar çoğunlukla dergilerde, kararlı bir grup sanatçının öncülüğüyle yapılmıştır. Ben dergi ortamlarından çok şey öğrendim. Çağdaş şiiri, çağdaş poetikayı, çağdaş teorileri ancak o mecralardan takip etmek mümkün. Çağdaş dünyada neler olup bittiği ancak dergilerde derli toplu bir şekilde izleyebiliyoruz. İnsan bugün kendi içine hatta kendi toplumuna kapanamayacak kadar sosyal ve küresel bir varlık artık, şairin dünyaya kendini kapatmasını bekleyemezsiniz. Bu yüzden dergilerin oluşturduğu edebi atmosfer ve şairin çağdaş dünyada yapılan sanatla kurmasını sağlayacağı bağ bana paha biçilemez geliyor.

Sadece üç şairi okuma hakkınız olsa bu şairler kimler olurdu? Sadece üç şiir okuma hakkınız olsa bu şiirler hangileri olurdu?

Böyle sorulardan kaçıyorum, ne şekilde açığa çıktığına göre değişiyor şiirler ve şairlerle kurduğum bağlar. Ama değişmeyenlerden ikisi; Suyun Ayak Sesi ve Satranç Dersleri.

Kaynak: https://www.kitaphaber.com.tr/sairlerle-siir-sorusturmasi-hasan-bozdas-k5809.html

Bir yorum yazın...