Savaş Notları
Biz yirmi yıldır ey bacım
Şiir yazmıyoruz ama
Savaşmaktayız savaşmakta![1]
İnsan mı siyaseti kirletti, siyaset mi insanı bilmiyorum, ama ben yumurtadan önce tavuğa can verildiğini zannediyorum.
Muhtemelen her şey Kabil’le başladı, zavallı çocuk, yaşadığı sıkıntıya aşk acısı diyemem. İnsan, güzeli seçerse onun adı aşk olmaz, olsa olsa mantık şeysi olur; ama bir kadın uğruna dünyanın tadını, tuzunu kaçırdı; üzerimizde emeği çok.
Ben bunları yazarken, arkada Nuremberg Mahkemesi oynuyor, 50 yıllık bir yapım, Nazilerin düşüşünün ardından Alman subayların, yargıçların, bürokratların, ABD’li heyet tarafından Nuremberg’de yargılanmasını anlatıyor. Duruşmanın savcısı, ölü insan yığınlarını gösteriyor mahkeme heyetine, cesetlerle İngilizler ilgileniyor; kepçeler, saman yığını gibi toplayıp mezarlara yığıyor ölüleri.
Bilanço ne bilmiyorum, sadece 5 milyon Yahudi öldürüldü deniyor, belki doğrudur, belki abartıdır; belki bütün dünyanın karıştığı bu savaş, bir korsan devlet kurmak için mizansendir, belki Siyonlar bir devlet kurmak için 5 milyon dindaşlarını gözlerini kırpmadan alet etmişlerdir. Burası dünya, belkilerle konuşulur, çünkü ne zaman kesin konuştuysak hep yalancı çıktık.
Savaş, insan oldukça bitmeyecek bir şey; zaten kimse bitmesini istemiyor, film yapımcılarının dahi işine geliyor.
Dünyaya bir bakılsa ya, Budistler bile çıldırmış, biz başından beri çılgındık, mezheplerimizi din edindiğimizden beri bizim dışımızda herkes ölmeli… Herkesin kendi kutsalları var, başkalarını görmüyorlar, dinlemiyorlar, idrak yolları enfeksiyon kapmış, yanlış ilaç içmişler, çünkü yanlış doktora gitmişler.
Ölüm Notları
“Tanrıyla buluşmak, derin musiki ve güzel sözcükler ister.” der Ergin Günçe. Erken ölen şairlere hep ilgi duydum, ölecek gibi yazdıkları için, en iyi işlerini çıkarıp öyle gittiler. Cahit, Didem, Ergin, İlhami… Üstelik kitaplarının Toplu Şiirler 1, 2 gibi serilere de bağlanma ihtimali yok, Bütün Şiirleri diye bir kitap gördüğünüz zaman ağlayın ve bilin ki o şair ölmüştür, belki şiiri ölmeyecektir.
Ölüm en çok evlerimize uğruyor, iki kuşak üstümden kimse kalmadı, artık bize dua edecek ihtiyarlar yok.
Nineler, dedeler sanki bu dünyadan değildirler gibidir, aslında değildirler de zaten. Allah, hele de iman sahibi iseler, onları yanına almak için hazırlar, bir hüzün çöker üzerlerine, gariplik iner, düşüncelere gark olurlar, ufaktan vasiyetlerini çıtlatırlar, o yüzden artık bizden biri değildirler, evliya suretine bürünürler.
Babaannem, vefatından önceki birkaç yıl öyle bir kemik hastalığına yakalanmıştı ki, odadan lavaboya yürümesi 15 dakikayı buluyordu. Niçin evliya diyorum, sabah namazında 15 dakikada abdest almaya gidiyordu, 15 dakika da odaya dönmesi sürüyordu, kimse rahatsız olmasın diye ışıkları da açmayınca defalarca yere düşüyor, yine de çıtı çıkmıyordu. Anneannem, kanser birçok organına sirayet etmesine, nefes alamamasına rağmen irtihaline değin tek bir kez ah etmiş değil, bakalım bizi ne bekleyecek?
Bu işin en zor yanı, telefon rehberinden isimleri silmek, dünya gözüyle bir daha görmemek, işitmemek. Yokluk gibi geliyor. Sonsuzluk garip bir fikir, yokluksa kötü. Yokluğu düşünmek kendini katletmektir, insan kendi eliyle ümidi nasıl öldürebilir?
Kitap Notları
İbretle okuduğum kitaplardan birini önde gelen suçbilimcilerinden Lombroso yazmıştır. Hayatını suçlulara adamış desek yerinde olur Lombroso için.
Kitap tanıtımına girmeyeceğim, zaten girsem de piyasada olmadığı için erişme imkânı çok az, yine de kitabın adı Suç İşlemenin Sebepleri, hukuk profesörlerimizin muhakkak Lombroso kitaplarına el atması lazım ama ilgilenmiyorlar, zorla arayıp bulduğum bu kitap en son 1963’te basılmış, İtalyanca biliyor olsaydım çeviri işine girebilirdim belki.
Kitabın, alkolün suça etkisi bölümündeki istatistikleri paylaşmak lazım geldi, istatistikler 19. yy’a ait, çok fark olmadığı bariz.
Kitaba göre 1900’lü yıllarda ABD’deki 100 mahkûmun 20’si ayyaş, 60’ı orta derecede içki düşkünü, 20’si alkol kullanmıyor. Hollanda’da suçların 5’te 4’ü alkol etkisiyle gerçekleşmiş. İsveç’te bu rakam 3’te 2. İngiltere’de 90 bin mahkûmdan 50 bini, içki içtikten sonra eylemini gerçekleştirmiş.
“Alkol, en çok serseri, dilenci, katil, hırsız, şahsa ve mala yönelik suç işleyenlerde görülmektedir.” diyor yazar. “Dolandırıcılık ve sahtekârlıkta ise alkol oranı çok azdır. Sorduğum suçlular bana, bu işlere ayık kafa gerekir demiştir.”
Bunları bizden birinin söylemesi, toplumsal infial sebebiydi, Lombroso’yu saygıyla anıyoruz.
Tatil Sendromu Notları
Bu yıl tatile gitmedim, gidenlere de başarılar diledim; iyi gölge veren bir ağaç aradım, haşerattan sakınıp uyudum, herkes daha çok yorulup geri geldi.
Eskiden deniz nedir bilmezdi insanlar, şimdi cepler doldu, tatil modası diye bir şey var, tatil geldi, geçmek üzere.
Bizden başka kimsenin bilmediği bir sahil olsa fena olmazdı. Yeni Zelandalı bir baba, kızının son arzusunu yerine getirmek için yapmış öyle bir delilik, sadece kendilerinin gidebileceği bir plaj bulmuş, yıllarca kayalardan tünel kazmış. Tabi tüm bunlar, kızının ölümünden sonra gerçekleşmiş.
Öyle babalar kalmadı tabi, sanırım ben babamdan beni kalabalık olmayan bir yere gömmesini isteyeceğim, ara sıra başımda dua edip şiir okuyan arkadaşlarım güzel vakit geçirsinler istiyorum, ölümün güzel bir şey olduğunu görsünler. Tatilden ölüme atlamak alakasız gibi anlaşılmasın; zannederim ölüm, bizim tatil biletimiz.
Film Notları
Bu aralar yeni Bollywood yapımlarına ulaşamıyorum; ben de aradım, taradım yaklaşık 100 filmden oluşan bir izlenesi hukuk filmleri listesi derledim, nasıl karışmışsa aralarına Truman Show da karışmış, sen gel filmi çekildikten 16 yıl sonra ancak izleyebil.
Bir kere Hollywood öncelikle kendini tebrik etmeli, içine cinsellik kaçmamış bir filme pek rastlayamıyoruz, bir de Oscar kendinden utanmalı, vaktiyle bütün dallarda aday olup tüm ödülleri alması gereken bu yapım, 3 Oscar adaylığından da eli boş dönmüş. Konusunu 16 yıl önce yazdığı bir makalede Burak Göral şöyle anlatıyor:
“Kendi halinde 30 yaşında genç bir sigortacı olan Truman Burbank’ın çok sıradan ama düzenli bir hayatı vardır. Hemşire olan karısıyla biraz da bir oldu bitti sonucu evlenmiş hayatı boyunca yaşadığı yer olan küçük Amerikan adası Seaheaven’ın dışına çıkmamış. Babası gözlerinin önünde denizde boğulduğu için sudan korkuyordur, bu yüzden deniz yolculuğuna da çıkamaz. Bir sabah evinden çıkıp işine gidecekken caddenin ortasına düşen bir ışık spotunun, onun tüm hayatını değiştirecek bir dizi olayın başlangıcı olduğunu tabi ki anlayamaz.
Truman’ın hayatı aslında bir televizyon dizisidir. Truman’ı doğumundan beri tüm dünyada yaklaşık 30 yıl boyunca milyarlarca kişi izlemiştir. Çevresindeki herkes, ama her sabah gazetesini aldığı bayiiden tutun en yakın arkadaşı hatta karısına kadar herkes, birer oyuncudur ve rolleri her sabah senaryo halinde ellerine gelmektedir. Truman’ın 30. Yaş günü gelmiştir ve artık dünyasının Seaheaven’la sınırlı kalmasına tahammül edememektedir. İşte tam da bugünlerde “Truman Show”un kurucusu, yönetmeni ve kendisini bir nevi tanrı konumuna yerleştirmiş Krystoff’un istemediği bir takım terslikler üst üste yaşanmaya başlar. Yapay bir kasaba olan Seahaven’daki gökyüzünün yırtılıp Truman’ın evinin önüne düşen bir ışık spotuyla birlikte başka aksaklıklar da yaşanır. Sadece Truman’ın tepesine yağan yağmur, arabasının radyosuna karışan garip telsiz sesleri ve günlük programının dışında davrandığında çevresindeki insanların garip davranışlarını fark etmesi gibi… Böylece Truman giderek bilinçlenecek ve akla hayale sığamayacak kadar büyük bir medya oyununun içinde olduğunu anlayacaktır. Mücadelesi de işte tam bu noktadan itibaren başlar.”
Bu film neden önemli? Sorgulamak gibi önemli bir yetimiz var, ama biz sorgulamak yerine anlatılanları kabullenmeyi seçiyoruz, düzene uyuyoruz. Bu, gerçekleri öğrenme korkusu mu bilmiyorum, ama farkında olmak ve başkaldırı cesaretine sahip olmak açısından bu film yerinde olmuş.
Bununla birlikte televizyon dünyasının yapabileceği deliliklerin son aşaması olmuş bu film, her zaman birilerini gözetlemeye meraklı olan, eve, adaya, büroya hapseden televizyonculuk kontrol altına alınmazsa, ileride konudaki gibi uçuk örnekler gösterime girebilir.
Askeralma Notları
Ağustos ayı askeralma ayı gibiydi, bütün şair ve şair olmayanlar bu ay askere gittiler, gitmeyenlerin vasfı hakkında şüpheye düştüm, Alptuğ Topaktaş da askere gitti, inşallah şiiri ölmez, mektuplaşmayacağız, döndüğünden de haberimiz olmayacak, bir kitapçıda karşılaşıp kucaklaşmayı umuyoruz. Askere giden bütün şair ve şair olmayanları çok özleyeceğiz.
Alptuğ Topaktaş’ın yokluğunda Deniz Dengiz Şimşek ve Senem Gezeroğlu ikinci kitapları hala çıkarmamışsa, onlarla selamı sabahı keseceğiz, kavilleştik, iki şiir olmaya devam edeceğiz.
Yol, Yemek, Kaçak Çay Notları
Evliya Çelebi, “ortak kan bağımız olduğunu öğrenmeye ramak kaldı” dedi, ayda en az 1000 km. otobüs yolculuğu yapıyorum, bazen keyif, bazen zaruret. Çoğu zaman güzergâhım uçak güzergâhı değil, bu da otobüs koltukları ile duygusal bir ilişki doğuruyor.
Eskiden, Diyarbakır-Ankara yolculuklarımız bir gündönümü ederdi. Tarlaya km. levhası dikilince yol oluyordu. Yolculuklar o kadar konforsuz, uzun ve yorucu olmasına rağmen şimdiki kadar sıkıldığımı bilmiyorum.
Yakın zamanda Diyarbakır’a yolumuz düştü, bu kez aynadan gündoğumu seyrederek gittik, 600 kilometreyi 4,5 saatte hala nasıl tamamladığımızı düşünüyoruz, yol boyu virajlardan, uçurumlardan başı dönmeyenler ne demek istediğimi anlayamaz, Kömürhan kavurmacılarını, Son Ciğaram Heval Market’i ve Somuncu Baba’yı hiç unutmuyoruz.
Diyarbakır’da güzel ağırlandık, 3 gün kaldık 3 kez ciğer yemeye götürdüler, bir tanesi gece yarısında sağdıç yemeğiydi, gece 1’de de üstüne künefe yedirerek damadı hastanelik etmiş olabiliriz.
Batı’dakilere üzülüyorum, kahvaltıda ciğer yemenin ne olduğunu bilmiyorlar, fazladan bir lira vermeden beş çeşit salatanın, mezenin sofraya gelmesinin ne olduğunu bilmiyorlar, salçalı bulguru çiğköfte zannediyorlar, kaçak çayla ilgili konulara hiç girmeyeceğim.
Aklımı Kemiren Sorular
Çikolata şeker hastalığı yapar mı?
Kitap çıkaran herkese iyi davranmalı mıyız?
Elinde ‘Yeryüzü Ayetleri’ olup bana hediye etmeyenlerle arkadaşlığım devam etmeli mi?
“Olur ya belki görüşemeyiz, iyi günler, iyi akşamlar, iyi geceler…”
Hasan BOZDAŞ | Fakirane 2
[1] Mahmud Derviş